"Özellikle kitlelere güvenilemeyeceğini, güruhlara fazla bir şey öğretilemeyeceğini, kalabalıklara laf anlatmanın, hazırlıklı olmayanlara yeni bir şey anlatıp kendini dinletmenin ne kadar zor ve tehlikeli olduğunu biliyordu ve bunu bir an aklından çıkarmamak için yüzüğüne CAUTE (temkinli ol) ibaresini kazdırmıştı."
İnsanın yaşamına bir "anlam kazandırma" eğilimi, hayvana karşı bir üstünlüğü müdür, yoksa zayıflığı mıdır bilinmez ama bilinen odur ki, anlam kazandırılan yaşam, bir gün gelir, anlamını kaybeder.
Rembrandt, Kutsal kitaplardaki kişiliklerin fiziksel olarak mahallesindeki Yahudilere benzediğine inanıyor. Rönesans sanatında görülen ülküselleştirilmiş figürasyonların gerçeği yansıtmadığını düşünüyordu. Örneğin Hz. Davud(David) hep güzel bir sarışın adam olarak gösteriliyordu. Kendisi ise, tasarladığı "Şaul önünde harp çalan David" tablosuna mahalleden zayıf ve esmer bir çocuğa modellik yaptırmıştı. İşte bu kara kuru çocuk, sevgili dostu Menase ben Israel'in parlak öğrencisi Baruh de Spinoza'dan başkası değildi.
Nasıl ki doğayı anlamak için Doğanın dışından getirdiğimiz bilgilere başvurmanın, bizi yanıltmaktan başka yararı yoksa Kutsal yazıların içeriğini anlamak için de, bu yazıların dışından bilgilere başvurmanın bir yararı yoktu. Mucize ve vahiyler gibi "Doğal Işıkta" bize aşikar görünmeyen, alışılmamış, bizim anlayışımızı aşan olayları ancak bu şekilde anlayabilirdik. Böyle hareket edilmezse, peşin fikirlere ve ön yargılara düşmek kaçınılmaz olurdu. Sonuçta, araştırılan, kutsal kitaplarda yazılı olan olayların gerçek olup olmadığı değil, kendi içlerinde tutarlı olup olmadıklarıydı.