Türkçenin Tadı ve Ahengi sözleri ve alıntılarını, Türkçenin Tadı ve Ahengi kitap alıntılarını, Türkçenin Tadı ve Ahengi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Çocuklarımızı Hüseyin Rahmi' yı bile okumak için ayrı bir filoloji tahsili görmek zorunda bırakacak kadar ölçüsüz, cezbeli ayıklamalar yüzünden az sonra elde sadece lisanın koçanı kalabilir. Saçakları, kubbeleri, cumbaları, sütun başlıklarını ve tepecamlarını ata ata Türkçenin mimarisi korkarım kübikleşerek her katına birer sıra pencere dizilmiş dümdüz, karaktersiz, şiddetle can sıkıcı bir antrepoya yahut siloya benziyecek; lisan Esperantomsu bir tarihsizliğe, ananesizliğe düşecek. Yirmi yıl önceki lisanı anlıyabilmenin bir ihtisas işi mahiyetine girmesi ile övünülemez.
Türk atasözlerinden örnekler: Buğday ekmeğin yoksa buğday dilin olsun.
*Pekmezin olsun, sineği Bağdat’tan gelir.
*Eskisi olmayanın yenisi olmaz.
*En kolay iş yemek, çiğnemeden yutulmaz.
*Doğuran avrat Azrail’i yenmiş.
*Fısıltı ev yıkar.
*Sır verme dostuna, saman doldurur postuna.
*Ölüsü olan bir gün ağlar, delisi olan her gün.
*Sen ağa, ben ağa, bu ineği kim sağa?
*Maşa varken elini yakma.
*Minareyi yaptırmayan yerden bitmiş sanır.
*Kurtlu baklanın kör alıcısı olur.
Ad koymak işine saygı ve dalkavukluk da karışır.
Zengin yahut gerçekten hürmete lâyık büyük babayı, büyük anayı hoşnut etmek maksadile toruna onun adını veririz. Zavallı yavru bu suretle mesela “Abdüsselâm” veya “Nutkiye” olur. Yaşadığı müddetçe de o isimlerin ağırlığına katlanır. Herhangi bir memurun hoşuna gitmek için de maiyetindekiler o memurun adını “teberrüken” diyerek yeni doğan oğullarına bakarlar. Çocuk bu dalkavukluk yüzünden ve hiç yoktan olur bir Zülkifi veya Derviş!
Kötüsü şudur ki o büyük memur, faraza vali üç gün sonra ölür veya başka bir tarafa gider; dalkavukluk boşa çıkar. Çıkar ama çocuğun boynuna bir kere bu Derviş ve Zülkifi yaftası takılmış olur. Babasının mizaçgirliği hatırası olarak taşısın dursun.
Vaktiyle Avrupa’da dolaşırken şaşar kalırdın: Müşteri bekleyen arabacı, sandığın üstünde gazete okuyor; birahanedeki bulaşık yıkayıcı fırsat buldukça önündeki kitaba göz atıyor; öğle paydosu zamanı bahçelerinde güneşlenen işçi kızların başları romanlarından kalkmıyor. Dün tramvay beklerken burada daha ileri bir şey gördüm: Bir yük arabacısı beygirlerin boynuna saman torbalarını takıp esnaf kahvesine girince cebinden bir kitap çıkardı, masaya dayadı, okumaya koyuldu. Kitap! Kitap! Kitap!
Arkadaşımızın, daha doğmamışından başlayarak bıyıkları terlemiş veya göğsü sertleşmiş olanlarına kadar her boyda insan yavrusuna “çocuk” deyip geçmesi, dili daraltmak istemesi bana bir fıkra hatırlattı: İkide bir, Arapçayı iyi bildiğini ileri süren birine sormuşlar: Arapçada kuzuya ne derler? –“Ganem derler.”–“Canım, bizim bildiğimiz ganem koyundur; biz onun yavrusu olan kuzuya ne denildiğini öğrenmek istiyoruz!” Adamcağız duraksamış, sonra şu cevabı vermiş: “Bir şey demezler, beklerler; büyüdüğü vakit ganem derler.