Karakterindeki değişim de üzmüştü onu. O, hiçbir zaman; bir canlıyı öldürebilecek yapıda değildi. Ya da vücuduna eziyet edemezdi. Aslında kan görmeye bile dayanamazdı. Fakat şimdi kendi bedenine acımasızca davranabiliyordu ve bir yerlerini kesebilecek kadar katılaşmıştı. Kendisini tanıyamadı “ Allah’ım bana neler oluyor?” diye mırıldandı. “Bu kötü insan ben olamam. Bu acımasız hareketler bana ait değil”
İnsanlar alınlarına yapılan kaderlerini mi yaşıyorlardı, yoksa yaşadıkça mı oluşuyordu kaderleri?
Eğer “kader” ise kötülüklerin, o yalnızlıkların ve çaresizliklerin sorumlusu, eğer kader üstleniyorsa yaşanılan tüm olumsuzlukları, utanmalıydı insanlar arasında yaptığı ayrımdan.
Oysa şimdilerde, annesi kendi elleriyle itmişti oğlunu yok olmaya, kaybolmaya. Nasıl da bitivermişti annesinin şefkati sevgisi! Nasıl olmuştu da, üzerine titrediği evladını bilinmezlere, karanlıklara mecbur etmişti hiç üzülmeden, yüreği titremeden?
Yaşamalıydı, dipsiz karanlıklarda parıldayan umut kapısını aralamalıydı. Geriye bakmamalıydı, geçmişi düşünmemeliydi. Yaşamalıydı; ileride kendisini bekleyen günleri, sisler içinde bile olsa neler getireceğini bilmediği geleceğini… 
Yaşadıkları lüks hayatın ve artık amaçsızlığın, idealsizliğin getirdiği tatminsizlikle, başka eşler edinen, birbirlerini aldatmaktan vicdani rahatsızlık duymayan ve aldatmayı yaşam biçimi olarak görenler çoğunluktaydı. Mücevherli, parıltılı ve ihtişamlı zenginler çöplüğünde.