Unutulan Medeniyet Osmanlı

Ziya Kazıcı

Oldest Unutulan Medeniyet Osmanlı Posts

You can find Oldest Unutulan Medeniyet Osmanlı books, oldest Unutulan Medeniyet Osmanlı quotes and quotes, oldest Unutulan Medeniyet Osmanlı authors, oldest Unutulan Medeniyet Osmanlı reviews and reviews on 1000Kitap.
Bilindiği gibi her bilim dalının kendisi ile ilgili temel kaynakları bulunur. Bir bilim disiplininin herhangi bir dalında (branch) araştırma yapmak isteyen kimse, o bilim dalının temel kaynaklarına müracaat etmek zorundadır. Bu temel kaynaklara müracaat edilmeden yapılan bir çalışmada sağlam bir değerlendirme yapılamaz. Zira her kaynağın kendine göre bir özelliği bulunur. Bu özellik, bazen fark edilemeyecek derecede küçük bir ayrıntıda bulunabilir. Bunun için araştırıcı, kaynakları görüp rahat bir şekilde okuyup anladıktan ve diğer kaynaklarla mukayese yaptıktan sonra hüküm verebilir. Bu bakımdan araştırıcı, kaynaklar arasındaki farklı verileri çeşitli metotlarla karşılaştırıp doğruyu bulma yeteneğine de sahip olmalıdır. Bu yönleri ile kaynaklar taranmadan yapılan bir araştırma, doğru bile olsa en azından eksik kalır. Binaenaleyh, Osmanlı tarihi, medeniyeti, müesseseleri veya o dönemde yaşamış herhangi bir kişi hakkında araştırma yapacak olan kimsenin her şeyden önce Osmanlının bizzat kendi kaynaklarına müracaatı gerekir. Keza İslâmî bilginin alt yapısına da sahip olması icap eder. Zira daha önce de temas edildiği gibi Osmanlı Devleti, Müslüman bir bünyeye sahipti. Bu devletin toplum hayatında da İslâmî emir ve yasakların büyük ölçüde rol oynadığı bilinmektedir. Bu prensiplere riayet edilmez veya işin içine siyaset karıştırılarak yapılan bir araştırma, bizi doğru ve gerçeğe ulaştırmaktan çok uzak kalır.
Osmanlı döneminin, tarih, medeniyet veya müesseseleri üzerinde çalışmak isteyen bir kimsenin, her şeyden önce o dönemde kullanılan alfabeyi bilmesi gerekir. Böyle bir ifade kullanıyoruz çünkü günümüzde pek çok kişi, bu alfabe ve hele arşiv belgelerinin dilini anlamadan tarih yazmaya kalkışıyor. Belli bir gaye ve ideolojiye göre yazılan bu neviden eserler, bazı kesimler yanında revaç bulmaktadır. Aslında bu neviden eserlere bir anlamda tarihî roman demek gerekir. Osmanlı alfabesi sayesinde, Osmanlı döneminden kalma yazma veya matbu eserler okunup anlaşılabilir. İş bununla da bitmiyor, zira Osmanlı dönemi demek, bir anlamda arşiv belgeleri demektir. Devlet kayıt ve yazışmaları dediğimiz bu belgeler, hemen her sahada bilgi edinmemize yardımcı olurlar. İşte bunun için arşiv belgelerine dayanmayan bir Osmanlı çalışması da eksik olmakla karşı karşıyadır. Bununla beraber Osmanlı araştırmaları, sadece arşiv belgelerine değil, daha başka kaynaklara da muhtaçtırlar. Bu kaynaklardan bazılarının isimleri şöyledir: Devlet Kayıt ve Yazışmaları (Arşiv belgeleri) , Kanunnâmeler, Şer’iyye Sicilleri, Vakfıyeler, Tarihler, Vekayinâmeler, Salnâmeler, Siyâsetnâmeler, Tereke Defterleri, Tahrir Defterleri, Seyahatnâmeler, Tarik Defterleri, Hâtıralar, Kitâbeler. Teşrifatnâmler, Tabakat ve Biyografi Kitapları.
Reklam
İnsanın, bütün ihtiyaçlarına cevap veren İslâm Dini, onun çeşitli şekillerde maruz kalabileceği maddî sıkıntıları da ortadan kaldırmak üzere emirler vermiştir. Bu açıdan bakıldığı zaman İslâm, başka hiç bir din veya felsefî görüşle mukayese edilmeyecek kadar ilerdedir. Daha ilk kuruluş yıllarında ve Mekke’li müşriklerin bütün baskılarına rağmen Müslümanlar birbirleriyle kenetlenip yaşamaya çalışıp ve birbirlerine yardımcı oluyorlardı. İhtiyaç içinde bulunanlara yardım etmenin, İslâm’m önemli prensiplerinden biri olduğunu bilen Müslümanlar, bu yolda bütün varlıklarını harcamayı bile göze alıyorlardı. Nitekim İslâm tarihinin sayfaları bu şekilde harcamalarda bulunanların isimleri ile dolu bulunmaktadır. İslâm’ın en önemli şartlarından biri olan Zekât, bu anlayışın Cenab-ı Hakk tarafından ibâdetleştirilmiş şeklinden başka birşey değildir. Hz. Peygamberin “dinin ölçü ve belirtisi” olarak kabul ettiği Zekât, İslâm toplumunda çeşitli sebeplerden dolayı sıkıntıya düşmüş olan yoksullara yardım edip onları tekrar cemiyetin normal bir ferdi haline getirmek içindir.
Kendilerinden bahs ederken, hatıralarının hafızamızda birer hikâye ve menkıbe gibi canlandığı ilk Müslümanlar, bu rahmet bulutunun boşalttığı sudan, kana içmişlerdi. Göğün, yeryüzüne son hediyesi olarak gönderilen bu rahmet sayesinde insanlar, madde ve menfaatin esiri olmaktan kurtulup, ruhî bir zevkin sırrına erdiler, Yasir ailesi, maddî
Osmanlı Devleti, kendisinden önce kurulmuş bulunan diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, sosyal yardımlaşmaya büyük bir önem vermiştir. Bu yardımlaşmanın normal bir şekilde sağlanabilmesi için de, gerekli bütün müesseselerini, henüz kuruluş döneminden itibaren teşkilâtlandırmaya var gücü ile gayret sarf etmiştir. Bu devlette, hem devlet ricâli, hem de varlıklı kimseler sosyal tesis kurmakta adeta kendilerini görevli sayıyorlardı. Zira böyle bir davranış, insanlara yardım ve hizmet olduğu gibi, Allah’ın da emriydi. Bu hizmetlerin ifasında (yerine getirilmesinde), insanlar arasında din, dil, renk ve ırk ayırımı gibi hususlar gözetilmezdi. İnsanlar için bu şekilde hareket eden bir cemiyette, bu hizmetler elbette ki sadece insanlara tahsis edilemezdi. Hayvanlar da bundan nasibini almalıydı. Hala bugün bile, değişik bir şekilde izlerini gördüğümüz bu davranış, önceleri çok daha kuvvetli ve sağlamdı. Sakatlanıp uçamayan göçmen kuşların bakımı için hususi vakıfların kurulduğunu bilmekteyiz. Ayrıca, bu durum, bütün ehli hayvanlar için geçerli idi. Nitekim yaşlanıp iş göremez hale geldikleri zaman vakıf meralara bırakılan yük ve binek hayvanları için de durum böyle idi. Bu arada şunu da belirtmemiz gerekir: Yük ve binek hayvanlarına, taşıyabileceğinden fazla yük yükleyenin ceza gördüğü bir cemiyette, bu durumun yadırganmaması gerekir.
Osmanlı Devleti’nde, sosyal (ictimaî) yardımlaşmayı sağlayabilmek ve halka yardımcı olma hususunda çeşitli zamanlarda hastahane, han, kervansaray, çeşme, sebil ve imâret (aş evi) gibi bir çok müessese meydana getirilmiştir. Buralarda tedavi olmak, konaklamak veya yararlanmak için başvuranlara her türlü hizmet, karşılıksız olarak yapılır. Bu müesseselerdeki hizmetin bedeli de onların bânisi olan kimselerce kurulmuş bulunan vakıflardan sağlanırdı. Bu sâyede, fakir ve yoksul halk ile yolcular, hayatlarını normal şartlar altında idâme etme imkânlarına kavuşabiliyorlardı. Hâlâ bugün bile, memleketimizin birçok yerinde, bizimle birlikte yabancıların da hayranlık nazarlarını celb eden sayısız han, kervansaray, tarihî hastahane ve çeşmeler gibi eserler bulunmaktadır. Han ve kervansaraylara gelen yolculara üç gün için her türlü hizmet, karşılıksız olarak verilirdi. Bunlara yemek verildiği gibi çamaşırları da yıkanırdı.ı Gerek misafirin kendisinin, gerekse hayvanının hastalığında tedavisi cihetine gidilirdi. Böylece hem kendisine, hem de hayvanına en güzel şekilde muamele edilerek, mümkün mertebe yolculuğun verdiği sıkıntı giderilmeye çalışılırdı. Bütün bu hizmetler, o han veya kervansarayın kurucusu tarafından yapılmış bulunan vakıflarca karşılanırdı. Bu hizmetler, vakfın vakfiyesinde yazılı olurdu. Herkes buna uymak zorunda idi.
Reklam
35 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.