Unutulan Medeniyet Osmanlı

Ziya Kazıcı

Unutulan Medeniyet Osmanlı Gönderileri

Unutulan Medeniyet Osmanlı kitaplarını, Unutulan Medeniyet Osmanlı sözleri ve alıntılarını, Unutulan Medeniyet Osmanlı yazarlarını, Unutulan Medeniyet Osmanlı yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Tarihî gerçekler, vakti geçmiş ve vazifesi tamamlanmış olaylar birikimi değildir. Aksine, geleceğin temellerini teşkil ettiği için, toplum olarak büyük bir dikkat ve şuurlu bir tecessüsle üzerinde durmamız gereken gerçeklerdir.
Sayfa 199Kitabı okudu
Eskiden tekkeler, edebiyat, mûsukî ve tarih ocakları idi. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırlardı..
Reklam
Her şeyin yerli yerinde kullanılması ve işlerin bir intizam içinde yürümesi Osmanlı idaresinin üzerinde durduğu en önemli işlerdendi. Böyle bir uygulama da toplumun daha rahat bir hayat sürmesini sağlıyordu. Bu bakımdan devlet, hayatın bütün safhalarında bir disiplinin uygulanmasını istiyordu. Bu konuyu bir az daha açmak için Osmanlı döneminin bazı müesseselerinden örnekler vermek mecburiyetindeyiz. Sözgelimi Kervansarayları ele alalım. Bu müessese, yolculuk esnasında insanların geceleri konakladıkları ve istirahat ettikleri bir mekândır. Yolcuların bütün ihtiyaçlarının karşılandığı bu yerler, aynı zamanda birer sığınak yeri de olmuşlardır. Bununla beraber bunların kapıları, akşam namazından sonra kapanır. Sabaha kadar buradan kimse dışarı çıkarılmaz. Tâ ki, bütün yolcular kalkar, herkes kendi eşyasına bakıp yerinde olmayan veya çalınmış bir şeyin olup olmadığı anlaşılıncaya kadar. Kayıp bir şey yoksa ancak o zaman kapı açılır. Bu durum, bize buralarda önemli bir disiplinin varlığını hatırlatmaktadır. Aynı disiplini, bu cemiyetin çarşı ve pazar esnafında da görmekteyiz. Devamlı şekilde bunları kontrol eden bir “İhtisâb Ağası”nın varlığı, ister istemez bunların bir disiplin altına alınmasını intaç ettirmiştir. Osmanlılarda disipline öyle önem verilmiştir ki, devlet ve toplumun hangi alanını ele alırsanız alın, orada mutlaka konusu ile ilgili bir kanun ve tüzük bulursunuz. Nitekim elimizde mevcut bulunan bütün Kanunnâmelerde bu konu ile ilgili bir çok bahis mevcuttur. Özellikle teşrifatla ilgili yazılmış bulunan eserler, sözlerimizi biraz daha kuvvetlendirmektedirler.
Gerçekten Osmanlılar, Vicdan hürriyetini temel taşı kabul eden, ekonomik ve sosyal haklara saygı gösteren bir anlayışla, idareleri altına giren kavimleri yumuşak ve müsavatçı prensipleri ile idare ediyorlardı. Onlar bundan farklı bir şekilde davranamazlardı. Çünkü mensubu bulundukları din, onların başka türlü davranmalarını ve idarelerindeki insanlara karşı başka türlü muamelede bulunmalarına izin vermiyordu. İslâm, Müslümanların fethettikleri topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. 0, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile batılın neler olduğunu bildirmekle yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olma keyfiyetinin İslâmî bir hareket olmadığını beyan etmekten çekinmez. Bu sebepledir ki; Müslüman Türkler ile Hıristiyan Balkanlılar arasında çok iyi bir ahenk tesis edilmiş, aralarında din ayrılığından başka bir şey kalmamıştı. İslâm’ı kabul etmeyenler bile Osmanlı idaresinden o kadar memnundular ki, sözde kendilerini kurtarmaya gelen haçlılara iltifat etmediler. N. Jorga bu konuda şunları söyler: “Ne kadar tetkik edersek edelim, Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresine giren bir şehir veya bir millet içinde Osmanlı idaresine karşı en ufak bir memnuniyetsizliğe bile rastlayamıyoruz. Balkanları kurtarmaya gelen ekseriya bütün Hıristiyan âleminin vicdanlarına hitap edebilecek bir suretle Haçlı seferleri karakteri taşıyan ve bütün Avrupa milletlerinin iştirak ettikleri o büyük seferlerde bile Osmanlı idaresinde bulunan yerli Hıristiyan halkın bunlara katılmak arzusu göstermediklerini katiyetle görüyoruz”.46
Gerçekten, Osmanlılar tarafından gerek mekân olarak Mekke ve Medine, gerekse buraların halkına gösterilen hürmetin benzerini, çok az kimse gösterebilmiştir. Tabir caizse bir zamanlar “Allah elçisinin kabrinin bulunduğu bir toprağı hayvan ayağı ile çiğnemekten utanırım”27 diyen İmam Mâlik gibi Osmanlılar da, bu beldelere karşı edeb dışı
Osmanlılar, “Mukaddes Belde” diye adlandırdıkları Haremeyn bölgesi ve sakinleri için her türlü dikkat ve titizliği göstermekten çekinmiyorlardı. Bu sebeple Osmanlı sultanları, kendilerini oranın hâkimi değil, hizmetçisi (hâdim) olarak kabul ediyor ve kendilerine “Hâdimü’l-Haremeyn eş-Şerifeyn” (Haremeyn’in hizmetçisi) unvanıyla hitab edilmesinden son derece memnun oluyorlardı. Bu unvan, hemen hemen bütün fermanlarda zikredilmekte idi. Gerçekten Osmanlılar tarafından Mekke ve Medine halkına gösterilen saygı ve hürmetin benzerini pek az kimse gösterebilmiştir. Tabir caizse bir zamanlar “Allah elçisinin kabrinin bulunduğu bir toprağı, hayvan ayağı ile çiğnemekten utanırım” diyen ve Medine’de bu yüzden hayvana binmeyen İmam Malik gibi, Osmanlılar da bu beldelere karşı edeb dışı sayılabilecek her türlü hareketten çekiniyorlardı. Nitekim Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan ve 1830 tarihini taşıyan bir belge, bütün bu söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Reklam
35 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.