İngiltere kralı VIII. Henry’nin elçisi olarak ülke ülke dolaşan Thomas More, seyahatleri esnasında tanıştığı filozof arkadaşlarıyla uzun konuşmalar yapmaktadır. İdeal bir ülkenin nasıl olması gerektiğiyle ilgili olan bu konuşmalarda Ütopya adındaki bir ülkeden bahsedilir. Ütopya bir adanın üzerinde yer alan elli dört şehirden oluşmaktadır. Adada tek dil konuşulur, sınıf ayrımı yoktur, kimse kimsenin dinine karışmaz ve asla diğer ülkelere savaş açılmaz.
Ütopya kelimesini ilk defa ortaya atan Thomas More, siyasetten sosyal hayata kadar her türlü konunun masaya yatırıldığı bu klasik metinde okuyucuyu ütopik bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarıyor.
***
RAPHAEL HYTHLODAY’IN KUSURSUZ BİR ÜLKENİN NASIL OLMASI GEREKTİĞİ İLE İLGİLİ KONUŞMALARI
Büyük bir hükümdarda olması gereken tüm erdemlerle donatılmış, mağlup edilemez İngiltere Kralı VIII. Henry, yüce Kastilya Prensi Charles ile arasında yaşanmış çok da küçük olmayan sorunlardan ötürü, ikisi arasındaki meseleleri incelemem ve yoluna koymam için beni kendi elçisi olarak Flamanya’ya gönderdi. Yoldaşım ve kader ortağım, Kral’ın yakın zaman önce, alkışlar arasında başpsikoposluğa atadığı Cuthbert Tonstal’dı; lâkin onun hakkında bir şey söylemeyeceğim, bir dostun tanıklığına kuşkuyla bakılacağından korktuğumdan değil ama, dostumun bilgisi ve erdemleri o kadar fazla ki ona haksızlık etmekten korkarım. Şu meşhur atasözündeki gibi “güneşi fenerle göstermeye” kalkışmadıkça, dostumun nâmı benim övgülerime ihtiyaç duymayacak denli alıp yürümüştür. Prens tarafından bizimle görüşmeleri için görevlendirilmiş olan heyetle, anlaşma gereği Bruges kentinde bir araya geldik; heyet saygıdeğer insanlardan oluşuyordu. Bruges’un Uçbeyi heyetin başkanı ve önde gelen üyesiydi; ama içlerinde en bilge görünen ve herkes namına konuşan Casselsee Belediye Başkanı George Temse idi. Fıtrat icabı belagât sanatına hâkim olan Temse, hukukî konularda da çok bilgiliydi ve zaten varolan kapasitesi, deneyimiyle birleşince, bu konuları büyük ustalıkla dile dökebiliyordu.
Anlaşmaya varamadığımız birkaç görüşmenin ardından, onlar Prens’i bilgilendirmek için birkaç günlüğüne Brüksel’e giderken, ben de işlerimiz uygun olduğundan Antwerp’e geçtim. Oradayken ziyaretime gelenler arasında bir tanesinin gelişi beni hepsinden daha çok memnun etti. Bu Antwerp doğumlu, son derece onurlu ve kendi şehrinde itibar sahibi bir adam olarak bilinen Peter Giles’ti. Gerçi bu itibar bile onun hak ettiğinden azdı, zira ben başka bir yerde ondan daha iyi eğitimli ve daha iyi yetiştirilmiş bir genç adamın olduğuna inanmıyorum; kendisi öyle saygın ve öyle bilgili, çevresindekilere karşı öylesine medeni, dostlarına karşı öyle kibar ve genel olarak öylesine canlı ve sevgi dolu bir insan ki, her bakımdan böylesine kusursuz bir arkadaşı, belki birkaç istisna hariç, insan hiçbir yerde bulamaz: Peter Giles olağanüstü alçakgönüllü, hiç kötülük düşünmeyen bir insan ve buna rağmen hiç kimsede onunkinden daha sağgörülü bir gösterişliliğe rastlanamaz. Sohbeti öyle bir keyif ve masum bir mutluluk veriyordu ki, onunla birlikte geçirdiğimiz zaman içinde, ülkeme, karıma ve çocuklarıma duyduğum dört aylık ayrılığın şiddetlendirmiş olduğu özlem bile azalmaya yüz tuttu. Bir gün, şehrin en çok ziyaret edilen, ana kilisesi olan St. Mary’s’deki ayinden dönerken tesadüfen, onu hayatının baharını geride bırakmış bir yabancıyla konuşurken gördüm; yanık tenli, uzun sakallı adamın üzerinde sırtına özensizce atılmış bir pelerin vardı. Adamın görünüş ve tutumundan hareketle onun bir denizci olduğuna hükmettim. Peter beni görür görmez, yanıma gelip, selam verdi. Ben tam onun selamına karşılık verecekken, beni bir kenara çekti ve az önce konuştuğu adamı işaret ederek, “Şu adamı görüyor musunuz? Ben de tam onu size getirmeyi düşünüyordum,” dedi. Ben, “Siz kefil olduğunuz sürece başımın üstünde yeri var,” diye cevap verdim. “Bu adamı tanımış olsaydınız, ben kefil olmasam da böyle düşünürdünüz,” dedi dostum. “Zira bilinmeyen halklar ve ülkelerle ilgili bu adam kadar çok bilgi sahibi olan bir kişi daha yoktur yeryüzünde. Sizin bu konularla yakından ilgilendiğinizi de iyi biliyorum.” “O zaman,” dedim, “tahminim yanlış değilmiş, zira ilk bakışta onu bir denizciye benzettim.” “Ama yanlışınız var,” dedi Peter Giles, “çünkü o bir denizci olarak değil, bir gezgin, hattâ bir filozof olarak denize açılmıştır.