Annemin, babamın önündeki perişanlığı bana çiçeğin saçılan taçyapraklarını değil, kırılan kristal bir kadehten yere dökülen acı şarabı çağrıştırmıştır hep. Babam mı acılaştırmıştı onu, hayat mı?
Bir an önce geçirmek istiyorduk altın halkaları parmağımıza. Annem arada sırada beni uyarmaya çalışıyordu. Sevgimin dar patikasının zamanla bana yetmeyeceğini, hayatın ufkuna doğru alabildiğince uzanan geniş ovaları ya da uçurumlu, sarp dağ yollarını özleyeceğimi dokunduruyordu. Ve sevdiğim çocuğun hep aynı patikada kağnı süreceğini...
Keşke gerçekten insanların dünyasından yok olsa, toprağın, bitkilerin, suların, böceklerin evrenine karışsaydı. Yaşayamayacak denli korkuyordu herkesten ve her şeyden. En çok da insanlardan!.. Bir ölebilseydi... Artık korkacak bir şey kalmazdı.