Çözümleyici zekâya sırtımızı çeviririz çünkü zekâ, Phaidros, onurdan, disiplinden yoksundur; bilen, anlayan, bağışlayan bir şeydir ; duruşu ve biçimi yoktur; uçuruma sempati duyar; uçurumun ta kendisidir.
Sanatçının sırrını kim çözer? Sanatçıyı oluşturan azgınlıkla disiplin içgüdülerinin sımsıkı kaynaşmasını kim kavrar? Çünkü insana şifa veren o ayıklığı isteyememek, azgınlıktır.
“Daha sonra kurnaz gönül avcısı, incenin incesi bir fikir: Sevenin sevilenden daha tanrısal olduğu, çünkü Tanrı’nın sevilende değil, sevende bulunduğu fikrini söyledi — içinden özlemin bütün muzipliği, en gizli hazzı taşan bu düşünce, dünyanın en sevdalı, en alaycı düşüncesiydi belki de.”
Kaçmak arzusuydu bu, kendisine itiraf ettiği şey: Uzaklara, yeniliklere, kurtulmaya, yüklerden sıyrılmaya, unutmaya duyduğu bu özlemdi – Kaçmak, eserinden, donuk, soğuk ve hummalı bir ödevle sınırlanmış her günkü yerlerden uzaklaşmak! İşini seviyordu gerçi; inatçı, gururlu ve kaç kez denenmiş iradesiyle, kimselerin bilmesini ve eserinin hiçbir şekilde hiçbir tükenme, gevşeme belirtisiyle dışa vurmasını istemediği, gittikçe artan o yorgunluğu arasındaki sinirleri yıpratan, her gün yeniden tazelenen savaşı da seviyordu hani neredeyse. Fakat yayı fazla germemek, varlığını bu kadar canlı duyuran bir gereksinmeyi dikbaşlılık edip boğmamak akla uygun geliyordu.
Başka maksatlarla yapılsa korkaklık işareti diye kınanacak hareketler, ayaklara kapanmalar, yalvarmalar, yeminler, ricalar, niyazlar, kulluklar, kölelikler, bütün bunlar aşka bir aşağılama düşürmüyor aksine bunlar yüzünden övgüler alıyordu.
Üstelik hayatı bitişe doğru gittiğinden, sanatçıların duyduğu o bitirememe korkusunu –işlerini tamamlayamadan ve kendini tam anlamıyla teslim etmeye hazır olmadan saatin durabileceği yönündeki o kaygıyı– artık sadece bir kuruntu olarak öteleyemediği için bir vatan haline gelen bu güzel kentle, dağlarda kurduğu ve yağmurlu yaz aylarını geçirdiği kaba saba kır eviyle yetiniyordu neredeyse.