Bir Mahfuz hayranı olarak itiraf etmeliyim ki yazarın novella tadındaki romanlarından yeterince keyif almamışımdır. Belki anlatılmak ya da verilmek istenen düşüncenin çok hızlı bir şekilde, yazarın kaleminde tam olgunlaşmadan çıktığı içindir. Kısa romanlarında genelde toplumsal meseleleri ele alan yazar bu romanda da aynı çizgisini koruyor.
Yazar bu romanı Altı Gün Savaşları’ndan sonra yazdığını söylüyor. 1967-70'li yıllarda İsrail'le Mısır arasında Süveyş Kanalı yüzünden ortaya çıkan tartışmalar, gerginlikler iki ülke arasında bir yıpratma harbine dönüşür. Romanın tarihsel arka planında bu sinir harbi vardı. Yazar hissizlik, kayıtsızlık çukuruna yuvarlanmış, çevrelerinde olup biten siyasi olaylardan bihaber bir toplumu ve bu toplum içinde kadın erkek ilişkilerini irdeler. Gençler, içinde bulundukları durumdan kurtulmanın yolunu başka yerlere göç etme planları yaparak, boş işlerle uğraşarak ya da sefahat âlemlerine dalarak ararlar. Toplumdaki sadakat ve vatanseverlik gibi kavramlar romanda kendini en çok hissettiren temalar sanırım.
Kitap boyunca ilk fırsatta birbirlerine ihanet eden âşıkları, olup olmayacak nedenlerden dolayı intihar edenleri, saygın kadınların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için fuhşu bir araç olarak kullandıklarını görüyoruz. Yazar bu örneklerle bize tükenmiş bir toplum görüntüsü sunuyor. "Dünya nereye gidiyor?" sorusunun sık sık yankılandığı bu kitapta karakterlere en büyük umut sanırım aşk oluyor. Aşk, gelecek için en azından herkes için bir umut ve mutluluk kaynağı. Kitapla ilgili benim hoşuma giden en güzel şey başlığı! İyi okumalar…