Fahir, İstanbul’a geldiğinin ilk ayında biricik kıymetlisini, annesini kaybetmişti. Bin
dokuz yüz seksenin eylül ayı onda derin yaralar açmıştı. Çok istediği devlet memurluğunun
sevinci yüreğinde henüz filizlenirken, en çok değer verdiği varlığını, annesini kaybetmişti.
Hüzün kavramını pek duymamış olsa da nasıl bir his olduğunu artık iyi biliyordu
delikanlı. Zîra hüzün, onun ensesinde soluklanıp duran kötü niyetli bir gardiyandı annesinin
ölümünden sonra. ‘Anne’ sözcüğü, kendilerine tahsis edilen o özel günlerde hiç böylesine
anlamlı olmayacaktı onun için. Fahir, kıymetlisine Ana!. demişti hep, Anacığım!..