Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Yakın Tarihimizin Sır Perdesi

Yavuz Bahadıroğlu

Yakın Tarihimizin Sır Perdesi Gönderileri

Yakın Tarihimizin Sır Perdesi kitaplarını, Yakın Tarihimizin Sır Perdesi sözleri ve alıntılarını, Yakın Tarihimizin Sır Perdesi yazarlarını, Yakın Tarihimizin Sır Perdesi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
224 syf.
·
Puan vermedi
·
3 günde okudu
Gerçeği Aramak
Selamün aleyküm sevgili dostlar. Bu kitap yakın tarihimize ışık tutan değerli bir kitaptır. Öncelikle şunu söylemek istiyorumki ,kimi sevip sevmediğiniz beni ilgilendirmez veya kimlere ilgi duyup duymadığınız, eğer bir konu hakkında fikriniz ya da sağlam dayanağınız yok ise siz bir araştırmacı değil jüri olursunuz. Jüriler her iki tarafı da dinlemek mecburiyetindedir. Hangisi daha sağlam delillere dayanmış hangi taraf daha kaliteli buna iki tarafı geniş bir yelpazede değerlendirerek karar verirsiniz. Karar verdikten sonra tarafınızı seçer ve o yönde ilerlersiniz.işte o zaman araştırmacı olursunuz. Ama eğer önünüze gelen her duygusal ya da göz boyama laflara kanarsanız o zaman siz ne araştırmacı ne de jüri olursunuz olsanız olsanız ...
Yakın Tarihimizin Sır Perdesi
Yakın Tarihimizin Sır PerdesiYavuz Bahadıroğlu · Panama Yayıncılık · 2014412 okunma
Reklam
Matbuat Umum Müdürlüğü'nden gelen yazıda şöyle deniyordu: "Biz (iktidarda olan CHP zihniyeti) her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz." (T.C. Dâhiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü, sayı 658 ve 17 Mayıs 1942) "Gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz" cümlesi bile İttihad-Terakki kalıntısı takımın nasıl bir gençlik istediğini tereddüde mahal vermeyecek şekilde ifşa ediyor.
İskilip'in Tophane Köyü'nde dünyaya geldiği için "İskilipli" unvanını kullanan Mehmed Atıf Hoca tanıtılmak istendiği gibi sıradan bir "molla" değil, İstanbul gibi bir ilim merkezinde medrese eğitimini tamamladıktan sonra, darülfünuna (üniversite) girip İlahiyat Fakültesi'nden 1905'de mezun olmuştur... Kabataş Lisesi Arapça muallimliği, ayrıca çeşitli dergi ve gazetelerde yazarlık yapmış, kitaplar telif etmiştir. Sıradan bir kişi değil, tam anlamıyla bir "münevver"dir. Zaten "sıradan" olsaydı, olabilseydi, kimse ona ilişmeyecek, ömrünü sehpada yitirmeyecek, başı yastıkta bitirecekti. Fakat "önder" kimliği hiç peşini bırakmadı. Önce, Meşihat-ı İslamiye Dairesi'nde çalışan dersiamların (asistan) mağduriyetini gidermek için yaptığı çalışmalar üzerine, devrin Şeyhülislam'ı tarafından Bodrum'a sürüldü. Orada müthiş bir kıskaca alındı. Bu kıskacı kırmak İçin, Kırımlı İbrahim Tali Efendi'nin pasaportu ile gizlice Kırım'a gitti. Ve ancak Meşrutiyeť in ilanından bir hafta önce İstanbul'a döndü. 1910'da medreselerin genel müfettişliği görevine getirildi.
Özellikle sesin ulaşmadığı durumlarda fevkalade güzel bir jest
Selama beden dilinin katılmasının adı "temenna" dır... Önce sağ el kalbin üzerine konulur, sonra, başa götürülür... Osmanlı hükümdarları ve devlet adamları yüzyıllar boyu halkı bu şekilde selamlamışlardır... Yani "temenna" etmişlerdir... Elin önce kalbe konması "Siz benim kalbimdesiniz", Oradan baş hizasına kaldırılması ise “başımın üzerindesiniz" anlamına gelir.
Eski Romanya başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga, on beşinci asırdan on dokuzuncu asra kadar Osmanlı Devleti'ni gezen seyyahların hatıralarını değerlendirdikten sonra dürüst bir tarihçi vicdanıyla şu hükmü veriyor: "Bugün Doğu'nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı'nın birçok zengin eyaletlerine hâkim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hâkimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir." (Les Voyageurs Français Dans l'Orient Européen, Paris 1928, s.44)
Reklam
Artık Lozan'a gidecek "Türk Murahhas Heyeti" hazırdı. Bu heyetin içinde biri var ki, çok ilginç bir kişiliktir: Yahudi Hahambaşısı Hayım Naum Efendi... Alliance Israelite Universelle isimli bir Yahudi kuruluşunun bursuyla Paris'te Ruhani Okulu'nda öğrenim görmüştü, mezun olduktan sonra da bir süre Paris'teki Yahudi okullarında ders vermişti. Nihayet İstanbul'a döndü ve II. Meşrutiyet'in (1908) ila- nıyla görevinden istifa eden Moşe Levi'nin yerine haham- başı seçildi. Bu görevini 1919'a kadar sürdürdü. Bu görevi sıra- sında, Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikrini savunan Siyonist Yahudi liderlerle içli-dışlı oldu. 1923'te Türk heyetinde yer alarak Lozan Barış Konferansına katıldı. İsmet Paşa'nın özel tercümanı ve danışmanıydı. Görüşmeler sekteye uğrar gibi olduğunda İngiliz heyetiyle (özellikle heyet başkanıyla) İsmet Paşa arasında arabuluculuk yapıyordu... Bu "hizmetlerinden dolayı Ankara hükümeti tarafın- dan "Efendi" unvanı verilerek ödüllendirildi (ama bir süre sonra hacı, hoca, bey, efendi, paşa unvanlarıyla birlikte bu unvan da yasaklandı). Derler ki, Hayım Naum Efendi İsmet Paşa'ya akıl hocalığı yaptı, hilafet pazarlığının en hararetli ve hareketli ismi oldu...
Yani Türkiye son derece deneyimli diplomatlara sahipti Ama onların çoğu İstanbul hükümetine bağlıydı. Bu durumda Ankara kimleri gönderecekti? Mevcut Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşek) bu görüşmelere başkanlık edecek vasıfta bir diplomat olarak görülmüyordu. TBMM Başkanı Mustafa Kemal, arkadaşı İsmet Paşa'yı önerdi... Fakat İsmet Paşa bakan değildi. Mustafa Kemal bu işin de kolayını buldu. Yusuf Kemal'i istifa ettirip yerine İsmet Paşa'yı getirdi. Böylece asker İsmet Paşa önce "bakan", ardından da "diplomat" oluverdi (Bu formül 12 Mart 1971 darbesinden sonra Orgeneral Faruk Gürler'i cumhurbaşkanı yapmak isteyen darbeciler tarafından da aynen uygulanacak ama bu kez siyasi partilerin dik durmaları sebebiyle yürümeyecekti). İsmet Paşa böylece 26 Ekim 1922'de de Dışişleri Bakanı olarak Bakanlar Kurulu'na girdi. Trabzon Milletvekili Hasan Bey (Saka) ve Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur başta olmak üzere, kendisine yardımcı olmak üzere 25 kişilik bir heyet oluşturuldu (Temsilciler Kurulu). Artık Lozan'a gidecek "Türk Murahhas Heyeti" hazırdı.
İngiliz yetkililer ile sultan Vahdettin'in görüşmesinden sonra
"General Milne'in görüşüne katılmıştım. O görüşmeden sonra Sultan Vahdettin'i daha sıkı kontrol altına almam gerektiğini anladım ve sarayın etrafına tel örgü çevirttim. Tek bir çıkış kapısı bıraktım, nöbetçileri arttırdım. Sonraki günlerde kesin kanıya sahip oldum. Sultan Vahdettin, Anadolu'ya kaçacaktı. Bir fırsatını bulduğunda Küçük As- ya'ya geçecek ve milliyetçi direnişi örgütlemeye çalışacaktı. Buna milliyetçilerin nasıl bir yanıt vereceklerini araştırmaya koyuldum. Gelen haberler İngiliz politikası yönünden pek de iç açıcı değildi..." İşte bu yüzden engellendi. Anadolu'ya geçmesi istenmedi. Çünkü o takdirde İngiliz oyunu bozulacak, saltanat ve hilafet kaldırılamayacaktı. Sarayın etrafına tel örgü çektiler. Bunu bile bile "Vahdettin, neden Anadolu'ya geçmedi?" diye hâlâ soracak insan var mı?
Haklı, çünkü "Atatürkçü"ler, Atatürk'ü olduğu gibi değil, kendi kalıpları içinde severler.
342 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.