Ruhumu istediğim kadar sorguya çekeyim, kıyısını bucağını karıştırayım, hiçbir derin titreşim bulamıyorum orada. İnsanın iç dünysının külrengi mekanlarında, daha başka yıkıntıların altında yatan daha başka yıkıntılardan başka bir şey yok. Peki ama, yıkıntı varsa, belki de daha önce bir tapınak, ışıklı sütunlar, mumlarla aydınlatılmış bir sunak vardı? Yalnız bir varsayım bu. Gerçekte, hiçbir zaman, hiçbir şey olmadı orada belki de kaos dışında.
Bütün geçmişim geçiyordu gözümün önünden; bir ruh perişanlığı görünümü, vahasız bir çöl. Ürpertici bir çöl demek daha doğru olur. Ufkun bir yanından öbürüne, tencere kapağının bir ucundan öbürüne dek hiçbir şey yok, bir çiçek bile; kimi yerde kupkuru toprak, kimi yerde toz, kimi yerde çamur. Benim suçum mu bu? Yalnız benim suçum mu? O ne acı, ne ıstırap, ne üzüntü, ne boşa gidiş
öyle! Pekâlâ neşe de olabilirdi içinde; neşe olabilirmiydi acaba? Şu kirli kurşun rengi, şu donuk aydınlık yerine göz kamaştıran bir ışık da olabilirdi. Sevgi de olabilir miydi? Olabilirdi. Ne çok kaçırılmış fırsat! Ama içimde sevgi vardı. Ruhumun mağaralarında, kodeslerinde, kuyulu zindanlarında... Kilitli... Kapılar kapalıydı ve anahtar bende değildi.
Ruhumu istediğim kadar sorguya çekeyim, kıyısını bucağını karıştırayım, hiçbir derin titreşim bulamıyorum orada. İnsan iç dünyasının kül rengi mekanlarında, daha başka yıkıntıların altında yatan daha başka yıkıntılardan başka bir şey yok. Peki ama, yıkıntı varsa, belki de daha önce bir tapınak, ışıklı sütunlar, mumlarla aydınlatılmış bir sunak vardı? Yalnız bir varsayım bu. Gerçekte, hiçbir zaman, hiçbir şey olmadı orada belki de kaos dışında.