Beethoven, Goethe'ye Ayışığı Sonatı'nı çaldığı vakit, Goethe'nin kılı bile kıpırdamamıştır. Beethoven de o zaman şöyle bağırır:
— Ama üstad siz de bana bir şey söyleyemezseniz, beni kim anlar?
Sandalyesini söverek değiştiriyordu. Ceketini çıkarıyordu. Kollarını sıvıyordu. Saçlarını tarıyordu. Kahve söylüyordu. Kahveyle birlikte şansı değişir gibi olunca: "Kahvesizliktenmiş. Arabım gülmeye başladı artık. Oğlum Edip, seni İsmet Paşa bile kurtaramaz. Buna mars derler. Seni bir kez daha Marsilya'ya vali, Şam'a da kaymakam yaptım mı, işin bitiktir." diyordu. Öfkesi coşkun bir sevince dönüşüyordu. Davranışları yumuşuyordu. Kırdığını sandığı bizlere: "Canınız ne isterde için. Nasıl olsa paraları Edip verecek." sözlerini ederek gönüllerimizi alıyordu. Edip Cansever beni göstererek: "Peki ama bu niye gülüyor?" diyordu. Orhan Kemal omzumu okşuyordu: "Tokanma yeğenime. O, tavla maçlarının milli seyircisidir." Kendisi iki, Edip dört olmuşsa, ellerini birbirine sürterdi: "Dörtte kalan dertte kalır."
Proust, 16 ciltlik Geçmiş Zaman Ardında'yı bitirdikten sonra: "Artık ölebilirim." demiştir. Öyle de olur. Romanın son noktasını kondurunca avucundaki can kuşunu da uçurur. Bu, insana inanılmaz görünür. Ama gerçek sanatçı budur. Yarattığı şey kendi yaşamından önce gelir.
Yazarlıkta ilk zorluk gözlemle başlar.
Gözlemin ne başı, ne sonu vardır.
Yürüyecek, oturacak, kalkacak
gerdeğe girecek ve boyuna
gözlem atıştıracaksın.
...İskenderiye Dörtlüsü yazarı da kullanırsa kendi manzara löplerini kullanır. Bu, şu demeye gelir ki, cepleri kendi sözcükleriyle tepeleme doludur. Onlar orda beyaz sıçanlar gibi çoğalır. Ama aralarında hiç de babası bellisiz sözcük yoktur. Durrell’in uslubunda çiçekler açtırmak için takla üstüne takla atarlar. ...okurlar Durrel'in uslubundan yorulurlar ama gücünü ve güzelliğini bağırlarına basmaktan da geri kalmazlar...