Gerçi o kıvamlı sıvı süzüyor bir sürü şeyi ama yine de geliyorlar. Duyu denilen şey bitse de hatırlama kalıyor geriye. O en güçlüsü çünkü. Anıların kodları zamanın en derinlerine işleniyor. Mesela ekmeğin kokusu değil ama ekmek kokusuyla ilgili anılar geri geliyor. Pankart sesleri, açılıp kapanan demir kapılar, sehpaya çıkan arkadaşlar, Pazar kahvaltısındaki ayva reçeli, eski cezvede kaynayan yumurta, rüzgarda kuruyan nevresimler, ipte unutulmuş mandalların kararması... Hepsi aniden geri geliyor. Ama onları tutamıyorsun da. Eski sandık kokusu gibi işte
Ahmet Büke'nin öykülerinde kaçamadığınız bir alan olur. Genelde oraya sığınmaya çalışırsınız ancak yakalanırsınız. Fakat bu tadı yakalayamadım. Yüklük Büke'nin ilk öykü kitabı olduğunu zannettiğim bir kitaptı. Mevcut tarzından bir miktar uzaklaşmış. Gerçekçilikten de sıkılmış bir havadayken yazılmış bir kitap gibi geldi bana. Arasında 2 öyküyü beğendim. Diğerleri aklımdan silindi bile. Kitabın son kısmında yer alan yazarlara saygı kuşağı hoş fakat benim hiç ısınamadığım bir saygı duruşu. Daha farklı, daha yenilikçi ve yaratıcı yazarlık üzerine yapılan işleri daha çok seviyorum sanırım.