Yol, insanın araf duygusunu en çok hissettiği yer sanırım; bir yerden bir yere giderken aslında hiçbir yerde olamamak halini yaşıyorum. İki mekân arasındaki hiçlik. İki hal arasındaki yokluk. İki menzil arasındaki zaman boşluğu.
İnsan farklı farklı mekânlarda, sanki doğrudan kendisine yöneltilmiş gibi, o an içinde cevap verilmesi zaruriymiş gibi duran çetin sorularla karşı karşıya gelir. Sadece karşılaştığınız insanlar değil, bazen bir reklam afişi, okuduğunuz bir şiirin dizesi, kitapçıda rastgele gördüğünüz bir kitap kapağı, izlediğiniz filmin en saçma sapan karakteri garip bir soru yöneltir ve hazırlıksız yakalar. Duvarda asılı duran hat levhası da çetin bir soruyla karşılayabilir insanı; insanın içindeki bütün karanlık odaların kapısını zorlayan bir soruyla.
Gece her şeyin üzerini örter, diye düşünür insan. Oysa gecenin örttüğünden çok hatırlattıkları vardır. Hatırlatırken sarstıkları, sarsarken suskunlaştırdıkları, suskunlaştırırken acıttıkları.
Hastalık hastalık diyorum, bu da bahane. İnsan hastalıktan değil dertten ölür. Annemin de kimselere anlatmadığı dertleri vardı. Kimselere anlatmadığı gibi bana da anlatmadı doğrusu. Bana bile anlatmadıysa bunu nereden biliyorum peki? Cümleleri yarımdı annemin, oradan biliyorum. Derdi olanın cümlesini tamamlamaya nefesi yetmez. Bir tambur sesinden bile inciniyordu, oradan biliyorum. Seccadesine oturuşundan, kahve fincanını tutuşundan, saçlarını tarayışından biliyorum, parmaklarını tespihin üzerinde gezdirmesinden biliyorum, gözleri bulutlardan seçilmez oluyordu, oradan biliyorum.
Baki Bey, hakikatin yaraladığı adamlardan biridir. Hakikatin bir kere yara açtığı adama bundan sonra ne tabipler ne de mal, mülk, dünya çare olur. Öyle bir adamdır Baki Semih, derdi de dermanı da "bir" olan adamdır.