Seksen yıla yaklaşan ömründe ilk kez su kıyısında değildi. Suyun her biçimine alışıktı o ve bunlar yaşamının doğal bir parçasıydı. Su, yalnız Boğaz’ın her an renk değiştiren akıntıları değildi. Bazen gece boyunca yağan yağmurdu, bazen manolya yapraklarının üstünde biriken damlalardı, bazen sabah çiyiydi; geçen şilepleri dev birer hayalete çeviren sisti, gümüş rengi bir buluttu, şebnemdi, kırağıydı, su buharıydı, kardı. Bazen de o eski yalıda bol bol akıtılan gözyaşıydı.
Hayatta her şeyi uğruna feda edecek kadar sevdiğim, delice aşık olduğum Handan’la aramızda ayrı dinler, ayrı milliyetler ve harp var. Bu durum birbirimizi sevmemizi yasaklamaya yetmedi ama sosyal olarak bir araya gelmemizi engelledi.
Ölümü bile göze almıştım. Çünkü onsuz yaşayamıyor, nefes alamıyordum. Bu durumda iki yol kalıyordu bana. Ya intihar edip bu azaptan kurtulacak ya da Handan’a kavuşmak için her türlü aşağılanmayı kabul edecektim. İkinci yolu seçtim.