Kimi zaman aylar süren av yolculukları esnasında obanın erkekleri eşlerinden ve ailelerinden uzakta birlikte çok uzun vakit geçirirler ve bu süre onları farklı bir biçimde yakınlaştırıp toplumda güçlü bir bağ oluşmasına katkı sağlar. Yabanda geçirilen uzun gecelerde ömür boyu sürecek dostluklar kurulur. Hayatta kalmak ve bu zorlu koşullara dayanmak ancak dostluklar sayesinde mümkündür. Av esnasında yaşanan inişli çıkışlı duyguların dengelenmesini sağlayan tüm yazılı olmayan kurallar, avı bir sosyalleşme alanına çevirir.
Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki av esnasında erkekler arasında pekiştirilen en önemli duygu güven. Bu duygu hayatta kalmak için herkesin birbirine muhtaç olduğu ve her ne olursa birbirinden sorumlu olduğu uzun yolculukların olmazsa olmazı. Bir av yolculuğuna katılan herkes, hemen her şey için diğerlerinin işbirliğine muhtaç ve gerektiğinde kendi hayatını hiç düşünmeden bir başkasına teslim edebilmeyi öğrenmek durumunda. Bu güven duygusu sadece tehlikeli durumlarda ortaya çıkmaz, av sürecinin tamamında vardır. Örneğin bulunan yiyecek az bile olsa paylaşılacağına güvenmek; ekipten birinin, bu kişi sen olmasan bile avlanacağına güvenmek; deneyimsiz ve yiyecek için başkalarına muhtaç olsan bile, bağımsızlığına her zaman saygı duyulacağına güvenmek gibi.
"Ortadoğulu kadınlar" ya da "Müslüman kadınlar"ın popüler feminist tartışmaların konusu (ve elbette tarafı) olduklarını biliyoruz. Bu konuda Deniz Kandiyoti'nin (1997) bir eleştirisini hatırlamak uygun olur: "Müslüman toplumlardaki kadınlara ilişkin çalışmalar, devletin rolünü ve İslam'ın konumunun ne ölçüde devlet politikaları tarafından belirlendiğini gözardı etme eğilimindedir." Aslında Ortadoğulu (ya da Müslüman) kadınlara ve bu kadınların içinde yaşadıkları kültürlere ilişkin tartışmalar, Abu-Lughod'un bizi uyardığı gibi, kültürleri (burada "Ortadoğu kültürü" ya da "İslami kültür") homojen, kendi içinde tutarlı ve zaman dışı gerçeklikler olarak ele almanın örnekleri olarak da düşünülebilir.
Bizler biyolojik türler olarak ekosistemlerin içinde yer alıyor ve onları biçimlendiriyoruz ; kültürel varlıklar olarak da, çevremize dair kavramlar geliştiriyor ve kendimizi onun dışına yerleştiriyoruz.
Ekholm Friedman’ın analizinde sorunun yanıtı, dünyaya bakışlarında ve de yerel örgütlenmelerinde yatmaktadır. Ekonomik değişimler ve göç yüzünden, yerel klanlar artık insanları ortak gruplar halinde örgütleyemiyor. Dahası, Kongolular, bir sorunları olduğunda sendikalar kurmak yerine büyücülere, gaipten haber verenlere veya dini liderlere danışmaya yatkınlar. Gerçekte, Ekholm Friedman, Kongo siyasi hareketlerinin nasıl da hızla dini kültlere dönüştüğünü göstererek, Kongolu vatandaşların hâkim ailelerin aşırılıklarını zimni kabullenmelerini izah etmekte 'büyülü dünya anlayışları'na büyük bir yer vermektedir.
David Kertzer (1988: 39), 'gerek tarihsel belgelere gerek bugünün dünyasına bakarken, en çarpıcı gelen şey, kendilerini sömüren siyasi sistemleri alaşağı etmek için ortaya çıkan isyanlar değil. Ondan ziyade, onca baskıcı olan bu tür toplumlarda yaşayan halkların bunaltıcı derecede uyum göstermeleridir' der. Kertzer, sosyal düzeni doğal ve kaçınılmazmış gibi görünmesini sağlayan ritüellerle ideolojinin rolüne üstünde durarak bu durumu izah etmektedir, bu durumu açıklayan terimi ‘mistifikasyon'dur. Hiç kuşkusuz bedensel edimler ve anımsatıcı seremoniler aracılığıyla kurumsallaşan egemen söylemler ve hafıza alışkanlığı çoğu zaman önemli meşrulaştırıcı durumlardır. Ancak, Kongo'nun durumunun tuhaf özelliği, Polinezya şefliğinden farklı olarak vatandaşlarını sömürmüyor veya baskı yapmıyor: Onları yok sayıyor