Bir köyden diğerine giden iki keşiş hakkında güzel bir hikaye vardır. Yolda, bir nehrin kıyısında oturmuş ağlayan bir genç kıza rastlarlar. Keşişlerden biri kızın yanına gider ve sorar, "Kardeşim, niçin ağlıyorsun?" Kız, "Şurada, nehrin karşı kıyısındaki evi görüyor musunuz? Bu sabah erkenden bu tarafa geldim, nehri de yürüyerek kolayca geçmiştim ama şimdi nehir yükseldi ve evime dönemiyorum. Sandal yok," der. Keşiş, "Ah, hiç sorun değil," der, kızı kucağına alır ve nehrin karşı kıyısına kadar taşır. İki keşiş yollarına devam ederler. İki saat sonra diğer keşiş, "Kardeşim, biz bir kadına asla el sürmemeye yemin ettik. Yaptığın şey büyük bir günah. Bir kadına dokunmak sana zevk yani sıradışı bir his vermedi mi?" der. Arkadaşı da cevap verir, "Ben onu iki saat önce arkamda bıraktım. Sense onu hala taşıyorsun, öyle değil mi?"
Biz de öyle yapıyoruz. Duygusal yükleri hep üzerimizde taşıyoruz, karşılarında asla ölü gibi tepkisiz kalamıyoruz, onları asla geride bırakamıyoruz. Yalnızlık ancak bir probleme bütün dikkatimizi verip onu hemen bir sonraki güne, bir sonraki dakikaya asla bırakmadan çözdüğümüz zaman varolabilir. O zaman kalabalık bir evde yaşıyor veya bir otobüste seyahat ediyor olsak bile yalnızlık yanımızdadır. Ve o yalnızlık taze ve masum bir zihne işaret eder.
Çok geçmiş'ten, halâ kendimize gelemeyiş vakitlerimize. Gözüme ilişti de eskiden daha canlıymış içim, nefes istikrarlı ama hissediliyor, ölmüşüz inceden..