Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. 'İş avutur,' derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti
"Sürekli sıkıntı, aylar boyunca süren sıkıntı, işte gerçek sıkıntı budur. Yarım saat ya da iki saat, veya bir öğleden sonra boyunca sıkılmak, sıkılmak değildir."
Çok zahiri musibetler var ki, ilahi birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz-zünüptur ve bir kısım gafleti dağıtıp, beşeri olan aczini ve za'afını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
Belirgin bir dertten muzdarip olan kişinin şikayet etmeyen hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa SIKINTI denen o zaman matematikteki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz.