Thomas More’un ve William Morris’in dile getirdikleri özlem’in, yani her çeşit kötülükten arınmış, tertemiz, yepyeni, bambaşka bir dünyada özgürlük ve mutluluk içinde yaşama özlem’inin, insanoğlunun benliğinde öylesine derin kökleri var ki, ütopyaların hep yazılacağı umuluyordu. 20. yüzyılda yine geleceği ele alan birçok kitap yazıldığı halde, bunlar yeryüzü cennetlerini değil, yeryüzü cehennemlerini anlatmaya başladılar. Karanlık bir kötümserliği yansıtan bu kitaplara artık ütopya denilemeyeceği için, eleştirmenler bu anti-ütopyalara yeni bir ad bularak ‘dystopia’ dediler. Eskiden ütopya yazarları ilerici kişilerdi. ‘Durum kötüdür; eğer bu ya da şu yöntemi uygularsak, durumu iyileştirir’ diye düşünürlerdi. Şimdiki dystopia yazarları ise tutucu hatta gerici kişilerdir en azından kalem ellerindeyken. ‘Durum kötüdür; durumu iyileştirebilecek hiçbir çare olmadığına göre, ilerde bin kat daha kötü olacaktır.’ diye düşünmektedirler. En azından kalem ellerindeyken. Şüphesiz bu dinin ilk emri şudur ki; ticari kaygı güdünü geliştir! Haksızlık yapmak kötüdür elbet, o yüzden bir diğer varsayım ise, her şeyin zıttı olabileceği, karanlığı bilmeden aydınlığı anlayamayacağımız gerçeği. Ancak yine konu şudur ki; yazmak sıradan bir eylem değil, yeni bir doğum yeni bir enerjisel yaratma şeklidir. Yazılan ve çizilen her şeyin enerjisel bir yaratıcı gücü olmasaydı bugüne dek ulaşan eski yazıtlarda ve ideolojilerde yalnızca ütopyalar kalırdı. Bu yüzden, yazmak kutsal bir güçtür. En iyi ütopya yazarları ise ancak en iyi dystopia görürleridir.
`EmreWolf