Kitabından ortasından başladı kelimeleri sobelemeye. Yüklemlere gizlenmiş bir anlaşılma çabasıydı cümlelerin sarf ettiği. Birbirine sıkı sıkıya tutunan her kelime parkta yalnız başına kumdan kale yapan çocuklar gibiydi. Kaydıraklar daha kısa, salıncaklar yere daha yakındı saklambaç yarım kaldığında. Elma dersem çık, armut dersem çıkma kadardı hayat. Yaramaz bir çocuğun saklandığı yerden sobelenmeden çıkmasındaydı anlatılmak istenen. Anlaşılmak istenen çoktan başka salıncaklarda gökyüzüne kucak açmıştı bile. Yerden daha yüksek fakat en az ağlayan bir çocuğun hüznü kadar alçaktı.
Oslo sevindi demiştin o gece bana.
Bacaklarını bacaklarımın üstüne atmadan,
Bakışlarını bağrımın üstüne koymadan önce.
Bilmiyorum nerden gelir insanın aklına.
Oslo uygun olmaz demiştim ben ta en baştan,
Odessa bile daha güzel, köpek olsa neyse.
Alıştık sonra birbirimize, sen ben ve Oslo
Hoş sabahlar, şiraz akşamlar, ıslak geceler geçirdik
“..Birlikte kumdan bir kale yaptılar. Sonra dalganın onu alışını, onun artık kale değil, tekrar kum oluşunu, su oluşunu, denize dönüşünü gülümseyerek izlediler.“
O hep aklımdaydı; çünkü ona olan sevgim gün ışığında dağılıverecek bir sis ya da yağmur yağınca yıkılıverecek bir kumdan kale değil, mermer üzerine yontulmuş bir yazıydı ki mermer var olduğu sürece silinmezdi.