Adamın zarı hep kâr, çuhasında hırs
Adamın boyu aptal, parmakları kurnaz.
Adam bir giysi biçmiş halkın yufka kumaşından
Adamın elinde Devlet bir altın makas.
Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbişey yokmuş. Hiçbişeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş. "Hiçbişeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir
Beşiğim kitaplığa yaslıydı iyice,
O karanlık Babil’de masal, öykü, bilim,
Her şey Latin külü, Yunan tozu, iç içe
Dururdu. Bir forma kadardı yüksekliğim.
İki ses duyardım. Biri kurnaz ve kesin,
Derdi bana: “Yeryüzü pek tatlı bir çörek;
Hiç de güç değil (ne büyür o zaman zevkin!)
Sana o genişliğe denk bir iştah vermek.”
Öbürü: “Gel!” derdi, “DÜŞLERDE GEZİYE GEL,
OLABİLİRDEN ÖTEYE, BİLİNDİK ÜSTÜ!”
Ve şakırdı o ses, kumsallardaki o yel,
Nerden gelir bilinmez, uluyan görüntü,
Okşayan kulağı ve ürperten derinden.
Derdim sana: “Peki! Tatlı ses!”
Bu arada başlar benim ne çare!
O yaram denilen şey ve karayazgım
Döşeminden arkada,
Engin varlığın ta dibinde, en karanlık
Uçurumun, görürüm yadırgı çok evren,
Ve uz görüşüyle esriyen ben kurbanlık,
Yılanlar görürüm ayağımı kemiren.
Ve o gün bu gündür yalvaçlar gibi ben de
ÇÖLE VE DENİZE TA GÖNÜLDEN VURGUNUM…
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum…