Her şeyden önce beni bu kitapta şaşırtan şey şu oldu; anlatılan sosyolojik olgular zamandan ve mekandan bağımsız olarak oldukça gerçekçi bir üslupla günümüze kadar aktarılmış. Hikayenin 1800lü yılların ortasında Petersburg’da geçtiğini ve yine aynı dönemde kaleme alındığını not düşelim. Dostoyevski felsefesini uzun zamandır sevsem de Suç ve Ceza sayesinde bu sevgi adeta bir hayranlığa dönüştü. Parlak zekalı, melankolik ve asosyal bir düşünür olan Raskolnikov’un, kendisini suça götüren nedenleri gönlünü kaptırdığı fahişe Sonya’ya açtığı bölüm, bana Şahsiyet dizisindeki Agâh Beyoğlu’nun (Haluk Bilginer) itiraf sahnesini hatırlattı. Her ikisinde de empati güdülerimiz canlanıyor, kınamalarımızın yerini anlayışa ve sağduyuya bırakıyoruz, hatta bazılarımız suçluya karşı açık seçik bir hayranlık beslemeye başlıyoruz. Çünkü suçluların, toplumsal normlara aykırı hareket etmelerinin sebeplerine baktığımızda şu gerçek suratımıza çarpıyor; bazı suçlular düzensizliğe düzensizlikle karşılık verme cesaretine ve kibrine sahip. Çünkü anca bu şekilde ‘iktidara gelebileceklerine inanıyor’ ve buna bizi de inandırıyorlar. Yine de suçlarının cezasını bir otoriteye ihtiyaçları olmadan yine kendi kendilerine çekiyorlar. Her ne kadar kahramanımız Raskolnikov işlediği suçu bir suç olarak görmeyi son ana kadar reddetse ve çektiği cezayı onuruna yediremese de buna boyun eğerek yaşadığı içsel muhasebeye vicdani yükümlülüğü sebeb oluyor. Bu hikayede en sevdiğim karakter ise kesinlikle sağduyulu ve sadık arkadaş Razumihin oldu. Herkes alsın, aldırsın, okusun ve de okutsun! Keyifli okumalar.