Gökyüzü, ağır ağır çekilen gri bir perdeymiş gibi, yeryüzüne inatla süzülen yağmur damlalarıyla doluydu. Her damla, betonun üstünde minik bir hikâye anlatıyor, sonra bir sonrakiyle birleşip yok oluyordu. Şehir, bu sonsuz döngüde kendini tekrar eden bir melodiye bürünmüş, her köşesi ıslak bir nostaljiye dönüşmüştü. İnsanlar, siyah şemsiyeler altında kaybolmuş gölgeler gibiydiler; her biri kendi düşüncelerine dalmış, yağmurun ritmiyle adımlarını birleştiren yalnız yürüyüşçüler.
Yağmurun getirdiği huzur ve melankoli iç içe geçmiş, sokakların üzerine bir sessizlik örtüsü sermişti. Rüzgar, zaman zaman şarkılar fısıldar gibi esiyor, ıslak yaprakların üzerinde dans ediyor, yağmurla birlikte gelen bu serinliği her yere taşıyordu. Pencerelerden bakıldığında, dünya sanki eski bir film şeridi gibi, renkleri solmuş, hatıralarla dolu bir tablo çiziyordu.
Bir kafeteryanın buğulu camından içeriye dikkatlice bakıldığında, insanların sıcak çaylarının buharıyla ısınmaya çalıştıkları, gözlerinde yağmurun yansımasıyla bir başka dünyaya dalıp gittikleri görülürdü. Yağmurlu bir günde, zaman sanki daha yavaş akıyor, herkes kendi içine bir yolculuğa çıkıyor, belki de kaybettiği benliğini ya da unuttuğu anıları arıyordu.
Ve işte bu yüzden, yağmur her zaman bir başlangıçtı; toprağın kokusu, canlanan doğa, her şeyin üzerine yıkanıp yeniden doğması gibi. Yağmurlu günler, kaybolmuş duyguları, eski hatıraları canlandırır, bizi içsel bir yolculuğa çıkarır ve belki de en önemlisi, hayatın devam ettiğini, her yağmur sonrası bir güneşin doğacağını hatırlatır.