"Hangi gerçekler Viki? Kardeşi ve arkadaşları emperyalist bir savaşta yani başında öldürülen genç bir adamın, bu kendisine ait olmayan savaşta aldatılarak kullanılması sonunda yok edilen hayatı, kırılan umutlarının gerçeği mi? Yoksa çok iyi bir eğitim almış, olağanüstü zeki bir hukuk öğrencisinin - Ali Osman- emperyalizme karşı savaşırken yok olan hayatı ve hayalleri mi? Yoksa şu gerçeği mi tercih ederdin: Kendi ölümüyle başka bir gencin hayatını kurtaran, ama aslında her ikisi de emperyalizme kurbanı olan iki gencin hazin hikâyesi gerçeği mi? "
Sustu. Üzgün görünüyordu. Başını yere eğdi, bekledi. O zaman Viki de sessizce onun yanına, çok yakınına oturdu. Neredeyse bacakları birbirine dokunacaktı.
" Başka bir seçenek daha var. Ya da bir başka gerçek... " dedi Ali Osman kırık bir sesle," Bir düşman askeri olarak işgale yolladığı ülkede, hayatta kalışını borçlu olduğu köylü kızı - ki, ona hep 'melek' derlerdi- ile bir hukuk öğrencisi subayın ailesine tutunarak, ödünç bir yaşamı sürdüren genç bir erkeğin ağır gerçeği. Kendisini aldatanlara karşı bir ölü gibi davranarak, kendisine de doğduğu ülkeden müebbet sürgün cezası vererek içinde geçen uzun bir yaşamın gerçeği... "
Daha sonraları Halikarnas Balıkçısı diye anılan Cevat Şakir’i, çocukluğumda değil, ancak gençliğimde tanıdım. Çünkü ben doğmadan önce babasını öldürmüş, Cumhuriyet ilan edilip genel af çıkıncaya kadar Sinop hapishanesinde yatmış, sonra da siyasal bir suçtan ötürü Bodrum’a sürülmüştü. Ama daha sonraları Cevat’ı sık sık gördüm. Nisan 1966’da,
Kalemine hayran olduğum Ethem Baran'dan bir alıntı ile başlıyor kitap.
"Ve her hikâye zamanını bekliyordu."
Esra Kahya bu öyküleri hangi zamanla yoğurdu? Okuyucusuna kavuşturmak için kaç zamanı geride bıraktı? Ve bir öykü kitabının, tüm hikayeleri nasıl bu kadar güzel olabildi ?
Benim Rüyalarım Hep Çıkar ile on iki öyküye yelken açıyoruz. Büyüler, batıl inançlar, mitler, acılar, kırılmış çocuk kalpleri...
Önce;
Mercan'ın saçlarına ağladım. Bir yerlerde yaşandığını bildiğimiz, ama dillendirmekten çekindiğimiz gerçeklerin kurbanı ah o saçlar. Saça vurulan bir makas sesi daha duyuluyor. Yüreğimde bir yangın, büyülenmişcesine dinleyip kalıyorum.
Ufak bir poster meselesine gelince, parçalanan bir çocuk kalbine ortak oluyorum. Ne de olsa "Resim olan odaya melek girmez" cümleleriyle ben de büyütüldüm.
Susmak zamanı ile Fırat sustu, ben de sustum. Bu insanlık ayıbı karşısında utançla susmaktan başka, geriye bir şey kalmadı.
Ölene kadar aramızda öyküsünü, yüreğim ağzımda okudum.
Peki cümlelerin güzelliğine ne demeli?
"Acısı derinde olan bakarak konuşur işte böyle. Gözün bebeği acının rengini, sesini alır. Koyuldukça koyulur."
"Her hikâye biraz eksik başlar. Herkes yarımdır biraz."
"Konuşmanın yersiz olduğu anlarda susmayı öğreneli çok oldu."
"İnsan beklerken zamanın kibrini de anlıyor. Zaman her şeyden önce. Nasıl da güçlü, acımasız."
"Sanmak ne fena bir hal imiş. Hele sevecek sanmak"
Kısacık sayfalarla, böylesine duygu yoğunluğu yaşatabilmek takdire şayan. Sevgili Esra Kahya'nın daha nice kitabını okumak umuduyla...
"Yani o cani etrafta dolaşıp insanların kafalarına kurşun sıkarken, bir yandan da çiçekli çocuk şarkıları mı söylüyormuş?"
"Evet, aynen öyle. Melek gibi gülümsüyor ve kız sesi gibi ince sesiyle öyle şarkılar söylüyormuş. Bunu duyan insanlar asla unutmamışlar onu..." Angelidis bir an sustu, sonra, "Sana onun hakkında bilmen gereken bir şey daha söyleyeyim," diye devam etti. "O herifin içinde iki kişilik var. Biri her konuda kararlı, diğeriyse tam bir zırdeli."
KUZGUN
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?"
Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık
İkinci Dünya Savaşı hakkında okuduğum kitapları düşünüyorum… Ne kadar büyük bir gedik olduğunu Hava Savaşı ve Edebiyat’ı okuyunca farkettim. Umarım es geçmeseniz bu kitabı.
Sebald, savaşın sonunda yerle bir edilen Alman şehirlerinden 1954’ten sonra yaratılan eserlerde bahsedilmediği,
suskunluk kültürünün aile sohbetlerinden tarih yazımına kadar yayılmış olduğu
ve kolektif hafızada yer etmediği görüşünde.
Bu konuya kitaplarında az da olsa değinen yazarların eserlerini de inceliyor, eleştirilerde bulunuyor. Sadece Böll’ün Melek Sustu romanı bu dehşetin derinliğini biraz olsun aktarabilmiş. Fotoğraflara yer vermiş, Sebald romanlarında da fotoğraf kullanır.
Kitap konuyla ilgili 1977’de Zürih Üniversitesi’nde verdiği derslerin metne dökülmüş hali. Bu derslere gelen tepkiler ve mektuplardan da bahsediyor, farklı görüşleri tartışmaya açıyor. Son bölümde de yazar Alfred Andersch hakkında bir makalesi var.
#hulkidemirel çevirisi
#şebnemsunar editi, bana da Şebnem Hanım tavsiye etmişti bu kitabı @sebnemsunar
#canmodern #şirinetik @sirinetik
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?"
Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık
Erdinç, 1993 yılı bahar ayları Askerlik Şubesi'nden arandığını öğrencince tecil için başvurup, bu arada askeri hastaneye sev kediliyordu.
Sonrası bir gazetede iki sütuna bir haberdi: "Diyarbakır Askeri Hastanesine sevkedilen jeoloji mühandisi Erdinç Başer'in cesedi, birkaç gün sonra il dışında boğulup kurşunlanmış olarak bulundu ...
" Babası ise, Erdinç'in boğulmasında kullanılan nevresimin Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde kullanılan nevresimlerin tıpkısı olduğunu öne sürüyor, ama hiçbir gazete bu ayrıntıları yazmıyordu ...
* Erdinç'in melek yüzlü Meryem'i ise, onun ölümünden sonra işini bırakıp aylarca süren bir savruluşu yaşadı. Aylarca sustu ya da hıçkırdı; yemeden içmeden kesilip iğne ipliğe dönüştü. Hayat devam ediyordu ve onu hayata yeniden bağlayacak bir sorumluluğu da vardı. O sorumluluk, karnında taşıdığı Erdinç'in çocuğuydu ...
Işık sustu.
Melek yanığı.
Keten gibiydi yazın verdikleri
zamanın içinde bir geçit gibi
kendini oydu sokak
ev taş kesildi
aşk
koynundaki ihmal
yaz gibi ömür gibi gençlik gibi
kaç kere yazdıysan yani
o kadar geçti
ev değil evin gözleri
hayata başka türlü bakıyor şimdi
bitti, biliyor, bitti.
yatmadan önce evin ışıklarını söndürmek gibi