Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Muzeyyen

Muzeyyen
@muzeyyyen
26 okur puanı
Aralık 2018 tarihinde katıldı
Sabitlenmiş gönderi
Varlık Yayınları
"Bura dan daha iyi bir "orası" yoktur. "Orası" dediğiniz yer "burası" olduğu zaman gene "bura"ya kıyasla daha iyiymiş gibi görünen bir "orası" olacaktır."
Reklam
Demek istediğim. Muhterem gençler. Muallimleriniz, bendeniz ve tabii protokolde oturan bürokratlar kadar cehalet illetine duçar olup yalnızlık lanetine tutularak vahşet mertebesinde mutsuz olduğunuzda en büyük teselliyi iPhone’unuzun dokunmatik ekranında bulacaksınız. Muhtaç olduğunuz kudret internetteki alışveriş sitelerinde mevcuttur. Kızlara tavsiyem J’adore’dan şaşmayın Erkeklere nasihatim J’dore’u takip edin”
Sizi temin ederim İstiklal Harbi hayatımın en manidar vakasıydı şu anda dilimin altında duran Vivident’le dahi irtibatını kurabiliyorum. 1919’daki salgında tüm askerler grip olmuştu. Ordu, askerî bir düzen içinde hapşırıyordu. Geceleyin nöbetçilerden biri aksırdığında, diğerinin ‘Çok yaşa’ demesine kalmadan vuruluyordu. Şöyle: ‘Haaapşuu!’ Duf! ‘Çok yaşa!’ Ecel beni de ofsayda düşürdü. Kaç ölüye ‘Çok yaşa’ demişliğim var. Uyumazdık. Sizi mıhlamaya ant içmiş bir ordu civarda fink atarken uyumak riskli bir lüks. Ölüme en çok benzeyen uyku, savaşta uyunandır. Biliyor musunuz sizler gibi ben de Swatch takmak arzusundayım. Dolayısıyla mahkemeye müracaat edip yaşımı küçülteceğim. İçimden bir ses, milis komutanımız olan rahmetli Ethem Yahya Bey’in sesi, 97 yaşından gün almışların Swatch takmaması gerektiğini söyleyip duruyor.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
“Bana bir bak Civan Ben, ölü ile dirinin meleziyim. Artık yaşlanmıyorum bile. Tepeden tırnağa ölüm belirtileriyle doluyum. Herhangi bir uzman, bana en fazla iyi dileklerini sunabilir. Bu da ne demektir, evlat” “Ne demektir?” “Bundan sonra şansım yaver giderse, ancak mezarımdan petrol fışkırır.”
Cami, terminal gibidir. Cemaatin, çoğunluğu teşkil eden yaşlı üyeleri, öbür dünyaya gitmek üzere burada her gün 4-5 defa toplanır. Fakat camide daima rötar vardır. Ecel, beklendiği yere bile davetsiz misafir sıfatıyla gelir.
Reklam
Dünyayı değiştirecek kapasiteye sahip kişiler, genellikle, hayatta kalma konusunda beceriksizdirler.
“Biz savaşı CNN de izleyemedik." Philips LCD televizyonlar yoktu. Muharebeyi uzaktan kumanda edemedik. Siperde, bombardıman dinince Dardanel ton balığı konservesi yiyip Sütaş ayranı kafaya diktikten sonra afiyetle bir Marlboro tüttüremedik. Yorgunluk kahvesini ancak harpten 70 sene sonra höpürdetebildim: Jacobs Gold. Görüyorum ki sizler atletizmin dikenli yollarında Adidas’larınızla son sürat ilerliyorsunuz? Biz ise şehitlerin ayağındaki kara lastikleri söküyorduk. Yaylım ateşi başlayınca yalınayak yayalık tat vermiyordu zira. Fast-food, benzinci ve banka tabelaları bir anda kayıplara karışsa insan dımdızlak ayazda kalmaz mı? Burger King, Shell, Garanti Bankası... İşte size içinde ilelebetyaşayabileceğiniz bir üçgen.
Annemin sütlü kahve fincanıyla yapış yapış olmuş Les Bonnes Soirees sa­yılarındaki hikayelerle Kafka'nın Şato'su arasında kosko­ca bir dünya olduğunu görüyordum. Mesafe, içine doğduğum dünyayla sürekli açılan mesafe..
Şimdi artık tek bir amacım var; bu da, ger­çekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren birşey değil: Senin beni tanıman. Biliyorum, aklında kalacak o bir iki anı, yıl­lar geçtikçe; sen, Annen’i, toplumu, insanlan ta­nıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, Baban’ın sahici kişiliğini gösterecek. Aslında benim bunları şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum. Bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın ortası’na geldiğinde ulaştırılacak. Sen de, burada yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri bulacaksın. Bu mektup hiç de yeni birşeyler an­latmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğru­lamayacak. Zaten boşuna bütün bu yazdıklarım... Yalnız... Evet, işte, yalnız, şu: Beni tanıyacaksın... Başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım boyu...
Annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış bi­çimlerine verdiği addı. Beni, hep, ya yanlış an­ladı, ya da hiç anlamadı. Beni hiçbirzaman sahi­den ben olarak göremedi ki, o zaman kimdi Annen’in ‘sevdiği’?... Bende ben olmayan birini hatta birşeyleri 'sevdi’; sonra, bekledikleri­ni bulamadıkça, duygulan o sevgi’si nefrete dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene, ben değildim nefret ettiği kişi... Beni tanıyarak, bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret etseydi, inan, sevinirdim buna. Öyle olmadı.
Reklam
Evet. Unutulacağız. Yazgımız böyle yazılmış, elden ne gelir. Bize ciddi, önemli, hem de çok önemli görünen şeyler, gün gelecek, unutulacak ya da önemsiz görünecek. İşin ilginç yanı, gelecekte neyin önemli ve yüksek değerde, neyin zavallı ve gülünç sayılacağını bugünden hiç bilemeyişimiz. Bize böylesine olağan görünen şimdiki yaşamımız da, gün gelecek, tuhaf, yakışıksız, budalaca, pek de temiz olmayan, ve hatta belki, günahkâr bir yaşam sayılacak...” Anton Çehov
Türk Romanınn sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlğından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. Köylünün sefil yaşayışı olgusu büyük
Askerlik, insanı devlet içinde eriten en önemli etken olarak görülüyor. Kişiliğini bulamayan insan, daha büyük saydığı bir kavram içinde ezilmekle, sanki onun kişiliğini ediniyor, öyle hissediyor. Bir şey adına hareket ediyor artık. Burada tek kişi önemsizdir. O halde onun önemsiz bir kişiliği olması da önemsizdir. Memur da bir bakıma öyledir. Halktan kopan her halk adamı da öyledir. Toplumcularımız da çoğunlukla aynı biçimde hissettiği için asker-aydın yakınlaşması belki de bu ruhsal temele oturuyor.
Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, myth'lere [mit] bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor.
Montaigne deneme­lerinden bahsederken bir defasında "farklı öğelerden gelişigüzel derlen­miş, hiçbir sırası, oranı, düzeni olmayan şekli şemaili belirsiz canavarsı bir bütün" demiştir.
Jim Crow yasalarının geçerli olduğu güney eyaletlerinde "gözlerini dikerek pervasız­ca bakmak" suç sayılıyordu. Matt lngram adında siyahi bir çiftçi 1951 'de bile, beyaz bir kadına yirmi metre uzaktan baktığı için tutuklanabiliyor­du.
249 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.