Gelgelelim burada bizi asıl ilgilendiren Sisyphos’tur. Onun
tekrar tekrar aşağı yuvarlanan kayayı sürekli tepeye taşıması,
Milner’a göre, Zenon’un paradokslarının üçüncüsünün edebi
modeli işlevini görmüştür: Verili bir X mesafesini hiçbir
zaman kat edemeyiz, çünkü bunu yapmak için önce bu
mesafenin yarısını kat etmemiz, onu kat etmek için de
çeyreğini kat etmemiz gerekir ve bu sonsuza kadar gider. Bir
hedef, bir kere ulaşıldıktan sonra, her zaman yeni baştan geri
kaçar. Bu paradoksta, psikanalizdeki dürtü kavramının
doğasını, daha doğrusu Lacan’ın dürtünün amacı ile hedefi
arasında yaptığı ayrımı görmüyor muyuz? Hedef nihai varış
yeridir, oysa amaç yapmak istediğimiz şey, yani yolun
kendisidir. Lacan’ın söylemek istediği, dürtünün gerçek
maksadının hedefi (tam olarak tatmin edilmek) değil, amacı
olduğudur: Dürtünün nihai amacı dürtü olarak kendini
yeniden üretmek, dairesel yoluna dönmek, hedefe gidip gelen
yolunu sürdürmektir. Asıl keyif kaynağı bu kapalı dairenin
tekrara dayalı hareketidir. Sisyphos’un paradoksu da burada
yatar: Hedefine bir kere ulaşınca, eyleminin asıl amacının
yolun kendisi olduğunu, bir inip bir çıkmak olduğunu kavrar.
Peki, iki eşit kütlenin zıt yönlerde hareket etmelerinden, belli
bir zaman miktarının yarısının bu zamanın iki katına eşit
olduğu sonucuna varan son Zenon paradoksunun libidinal
ekonomisi nasıldır?
Ne zaman bir nesne küçültülmeye ve yok edilmeye çalışılsa libidinal etkisinin artması şeklindeki paradoksal deneyimle nerede karşılaşırız? Yahudi figürünün
Nazi söyleminde nasıl işlev gördüğünü ele alalım: Yahudiler ne kadar imha edilir, yok edilir, sayıları ne kadar azalırsa, adeta tehditleri gerçeklikteki azalmalarıyla orantılı olarak artıyormuşçasına geri kalanlar da o kadar tehlikeli hale gelir. Öznenin, artı/fazla keyfîni cisimleştiren korkunç nesneyle
kurduğu ilişkinin de numunelik bir örneğidir bu: Ona karşı ne kadar savaşırsak, üzerimizdeki gücü o kadar artar.
O ilk, en ünlü paradoksa dönelim; daha önce de belirtildiği
gibi, bu paradoks aslen İlyada’nın şu satırlarına göndermede
bulunur: “Bir rüyada olduğu gibi, takip eden kişi peşine
düştüğü kaçağı yakalamayı hiçbir zaman başaramaz, keza
kaçak da peşindeki kişiden hiçbir zaman tam manasıyla
kurtulamaz; işte Akhilleus da o gün Hektor’u
İşte yine ağaçlar, sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar; erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim? Gene de bu yeryüzünün tüm bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum. Mekanizmasını tanıtlıyorsunuz, umudum büyüyor. Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da
elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana. Tüm bunlar çok güzel, gerisini de anlatmanızı bekliyorum. Ama siz bana elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz ediyorsunuz. Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum; hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden kuram değiştirdiniz. Böylece bana her şeyi öğretmesi gereken bu bilim varsayımda sona eriyor, bu
açıklık eğretilemeye gömülüyor, bu kararsızlık sanat yapıtında eriyip gidiyor. Bunca çabaya ne gerek vardı? Bu
tepelerin hoş çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana.