martılara rastlamadım balıklar kovalamadı dümen suyunu ve üç gün üç gece bulutların önünden ağır bir keder gibi akıp geçti baltık denizi ve ben ordaydım yine sensiz ve içimde seni itirmenin korkusu dönüp bulamamak seni seni ve şehri bulamamak yerinde seni, şehri ve dünyamızı."
Her zaman Stalin’e yakın çalışan yazarların, rejisörlerin, artistlerin Stalin ve çevresindekilerle ilişkilerini öğrenmek isterdin. Stalin’in sohbet etmekten hoşlandığı kişiler içinde tanıdıklarına sormuştun bunu. Tenor sanatçısı İvan Kozlovski, Stalin’le yaşadıkları bir diyalogu anlatmıştı sana. Herhalde savaş sonrası bir dönemde geçmişti: “Yoldaş Kozlovski, artist Vertinski Sovyet askerlerini tedavi etmek için bir hastane almak istiyor. Bunun için de ülkesinden çıkış izni istiyor. Ne dersiniz, sizce nasıl bir insan artist Vertinski?” “Yoldaş Stalin, artist Vertinski hakkında siz ne düşünüyorsunuz peki?” “Evet, bakın Yoldaş Molotov, ona izin verelim mi yoksa vermeyelim mi diye soruyor.” “Peki, Yoldaş Molotov ne düşünüyor? Vertinski’ye izin verilmeli mi, verilmemeli mi?” Bu çerçevede uzun süren bir konuşmaydı. Sonra şöyle demişti sana Kozlovski: “Stalin Gürcü’yse ben de Ukraynalı’yım. Biz onlardan daha kurnazız. Böylelikle ona yanıt vermiyordum. Eğer Stalin’e tavsiyede bulunacak olsaydım, kafamı uçururlardı, anlıyor musunuz?”
Reklam
18 Kasım 1961’de Mayakovski Müzesi’nde senin için bir gece düzenlenmişti. Yaşlı bir adam o gecenin bant kaydını saklamış. Bugün yeniden oradaydım, Nâzım. Müzeye arabayla varışımızı anımsıyor musun? Sokakta, kapalı kapının önünde kalabalık birikmişti. Salon izlemeye gelenlere yetmemişti. Bekleyenler üstüne atılmıştı: “İçeri alın bizi, Hikmet yoldaş! Lütfen söyleyin bizi de bıraksınlar içeri. Ayakta durmaya razıyız, koridordan dinleriz sizi...” Bizi karşılayan kadın, sokaktakilere yardımcı olunması ricana ancak kafa sallamış ve: “Koridorlarda bile iğne atsanız yere düşmez... Yapılacak bir şey yok. Vestiyerden başlıyor kalabalık. Alabileceğimizden çok daha fazla insan aldık içeri. Zaten kendiniz göreceksiniz şimdi,” demişti. Çok mutluydun. Durum gerçekten de kadının söylediği gibiydi. Güçlükle girebilmiştik salona. Seni izleyicilerin önünde öylesine neşeli, güçlü, mutlu bakışlarla görmek rahatlatmıştı beni. “Yoldaşlar! İlk kez 19 yaşımda Mayakovski ile Politeknik Müzesi’ nde sahneye çıktığımı çok iyi anımsıyorum. Şiirlerimi Türkçe okuyacak olmaktan çok korkuyordum, ürkmüştüm. Mayakovski dürttü beni ve: ‘Hadi Türk, yürü korkma. Nasıl olsa seni anlamayacaklar ama alkışlayacaklar,’ dedi. Beni anlamadılar kuşkusuz, ama alkışladılar. Moskova’da öğrenim gördüm. Gençliğimin en güzel yıllarını Moskova’da geçirdim. İlk kez Moskova’da sevdalandım. Doğru dürüst ilk kez Moskova’da kafa çekip sarhoş oldum. Marks ve Lenin’in öğretileri ile Moskova’da tanıştım.
Türkiye ile Sovyetler Birliği takımlarının oynadığı futbol karşılaşmasını hiç unutmayacağım. Sanırım, Türk takımının Sovyetlere ilk gelişiydi. O zamanlar uluslararası karşılaşmalar pek sık olmadığı için stadyum çok kalabalıktı. Önceden dört bilet almıştın. Ekber’le Tosya’yı da çağırmıştık. Dördümüz yerimize oturduğumuzda sanki presleniyormuşuz gibi iki tarafımızdan sıkıştırıldığımızı anımsıyorum. Gerçekten de kapasitenin üstünde seyirci vardı. Sen bunu Moskovalıların Türklere yoğun ilgisi olarak yorumlamış ve çok mutlu olmuştun. Etrafımızdakiler, sahadaki düello hakkında tartışıp fikir yürütüyorlardı. Kimi “taraftarlar” yürekten “Türklerin bizimkilerin süngüsünü yere indirmesini,” diliyorlardı. “Şunlara bak, kendilerini Süpermen sanıyorlar. Eskiden böyle mi oynuyorlardı!” gibi sözler seni hayrete düşürmüştü. Çünkü sen Moskovalı taraftarların iyi oyun izlemeye meraklı olduklarını bilecek kadar stadyuma gitmemiştin.
O süreçte, Pablo ve sen deneyimlerinizden yararlandırabileceğiniz öğrencilerin eksikliğini çekiyordunuz. Yıllarca içinizde olgunlaştırdığınız estetik değerleri, ruhsal deneyimleri arkanızdan gelecek birilerine aktarmak istiyordunuz. Ve her ikiniz de diğerinizin “kendi” şairine ya da sanatçısına hayran olması için uğraşıp
Evle ilgili işlerin kolayca yürütülmesi amacıyla ne kadar çok boş kâğıda, resmi evraka imza attığını anımsayıp başını ellerinin arasına almıştın. Böylesine hainlik ve maddi hırstan asla şüphelenmemiş, aklına bile getirmemiştin. İlk defa o zaman, bu imzalarının birlikteliğimize karşı kullanılabileceği ihtimali gelmişti aklına. Düşündüğün gibi de oldu. Sabah beni arayıp kısık ve boğuk bir sesle, duraklaya duraklaya: “Vera, Vera, Vera!” diyerek uyandırdığında, bu dünyadan göçüp gittiğin sabah duyduğum kederin neredeyse aynını hissettim bir anda. “Vera, Vera, Vera! İsmim kulağımda dizili kalmıştı.” “Pablo, Pablo, Pablo,” dedim azap içinde. “Pablo...” “Vera, Vera,” diye yineliyor, İspanyolca bir şeyler mırıldanıyordu.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.