Neps

Neps
@nepzed
49 syf.
·
Not rated
·
Read in 11 days
Reklam
Suret nedir? Bir insan öldüğünde kendisini tanıyanlara bir boşluk, bir uzam bırakır: Bu uzamın sınırları vardır ve ardından yas tutulan her kişi için farklıdır. Bu sınırları olan uzam kişinin benzeyişidir, suretidir ve canlı bir portre yapmaya çalışan ressamın aradığı şeydir. Bir suret, geride görünmez biçimde bırakılan şeydir.
Resim yapma itkisi gözlemden ya da (muhtemelen kör olan) ruhtan değil, bir karşılaşmadan doğar: Ressamla modeli arasındaki bir karşılaşmadan - bu model bir dağ ya da boş ilaç şişeleriyle dolu bir raf bile olsa. Aix'den göründüğü haliyle (başka yerlerden bakıldığında şekli çok farklıdır) St. Victoire dağı, Cézanne'ın yoldaşıydı. Bir resim cansızsa, bunun nedeni ressamın modeline bir işbirliğinin başlaması için yeteri kadar yaklaşmaya cesaret edememesidir. Bu durumda ressam kopyalama mesafesinde kalmıştır. Ya da günümüz gibi dönemlerde, sanat-tarihsel bir mesafede kalmıştır ve modelinin haberi olmadan üslup oyunları oynamaktadır.

Reader Follow Recommendations

See All
Son zamanlara kadar tarih, insanların hayatları hakkında anlatılan her şey, tüm atasözleri, öyküler ve kıssalar aynı şeyle yüz yüzeydiler: Zorunlulukla birlikte yaşamak için verilen ölümsüz, korkutucu ve zaman zaman güzel mücadeleyle, varoluşun bilmecesiyle -yaradılıştan bu yana sürdürülen ve durmadan insan ruhunu bileyen mücadeleyle. Zorunluluk hem tragedya hem de komedya üretir. Öptüğünüz ya da kafanızı çarptığınız şeydir.
Yarı kapalı gözlerle yukarı bakıyorsunuz. Yarı kapalı çünkü dikkatle bakıyorsunuz. Bir dal diğerlerinden daha uzun. Üzerindeki yaprakları saymak olanaksız. Bu yaptakların hem arasında hem çevresinde gördüğünüz mavi gökyüzü, kelimelerin harflerinin arasından görünen kağıdın beyazlığına benziyor. Gök fonunun önünde gördüğünüz yaprakların bu dağılımı hiç de gelişigüzele benzemiyor. Acaba bu yaprakların sıralanışı bir kitaptaki harflerin ve kelimelerin sıralanışı gibi açıklanabilir mi diye düşündüğünüzü fark ediyorsunuz. Sonra tıpkı iyi bir öğretmen gibi, karışık kafanızı yönlendiren bir imge keşfediyorsunuz. Her şey -diyorsunuz kendi kendinize- varolabilmek için bir hedefi tam ortasından vurmalı; on ikiyi ıskalayan hiçbir şey varolamıyor. Ama öğretmen sınıftan çıktıktan sonra, sözleri genellikle hayal kırıklığı yaratır. O yüzden orada öylece kalıp, başınızın üstündeki dalın nasıl olup da tüm baharı temsil edebileceğini anlamaya çalışıyorsunuz... Böyle düşünerek filozof olabilirsiniz, ama ressam olabileceğinizi sanmıyorum.
Reklam
Çingeneler giderken hiçbir iz bırakmıyorlar. İz bırakmamış olmanın o tarif edilmez işaretini bırakıyorlar. Atlıkarınca gibi. Hak aramıyor, iddia etmiyor, bağırmıyor, öylece duruyor. Tek başına, bilinen her şeyi çözüp dağıtıyor, altüst ediyor; hayatı işitilmedik bir dille yeniden kuruyor. Ne var ki hiçbir şey yazılamıyor bu dille; konuşulamıyor. Bu dille kimse affedilemiyor. Üzülenler, delirenler, merhamet edenler, ağlayıp sızlayanlar kullanamıyor bu dili; bilenler susuyor. Bu dille yapacak tek bir şey var. İşaretleri arayanlar bunu göze almak zorunda.
Zulmün belleği yoktur, defteri vardır; özenle tutulmuş bir defter. Zulmün belleği yoktur, müzesi vardır: eski geniş binalar, kapıda anmalık eşya dükkânları. Gettoların, hücrelerin, fırınların içinde sarsılıp uyanan, anmalıkta sakinleşip durulur, zaman ehlileşir, anlam parçalanır, vicdan susar, bellek uyuşur.
Kadının gözlerinde sonu gelmez yollar vardı; kirpiklerini indirdiğinde altlarında derin vadiler gölgelendi. Güneşin yakıp kavurduğu ovalarda yalınayak yürüdüler. Tekerlekler döndü. Üstleri tenteli, yaylı arabaların tekdüze gıcırtıları sessizliği bozdu, yol kenarlarından tarla kuşları havalandı. Adam eyersiz bir atın üstünde rüzgarla yarıştı. Saçları uçuştu, yel yüzünü yaktı, kadın bir ayçiçeği tarlasında yüzünü göğe dönüp gözlerini kapadı. Talikaların tekerlekleri döndü, kadınla erkeğin bedenleri Çingeneliğin bütün sırlarını terledi.
Çingeneler için hayat sıfatsızdı. Onu iyi ya da kötü diye nitelemek hiçbir şeyi değiştirmezdi. Bu, çekilen acıyı ne artırır ne de azaltırdı. Hayat böyle yaşanmak zorundaydı. Olanı biteni hafifletmeye ya da süslemeye çalışmak karşıdakine zarar verirdi. Acı söze gelmezdi, dillendirilmez, kelimelerle dize getirilemezdi.
Gök, hiç usanmayacak gibi uzun uzun ağdı. Arabanın içinde ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Yağmur başladığı gibi aniden durdu. Bulutların ardında güneş saklı bir fener gibi yandı. Çok geçmeden, ağaçların toplantı yaptığı kasvetli kırda kocaman bir gökkuşağı belirdi. Öylesine güzeldi ki onu ancak yalan yaratabilirdi. İsmi ve yüzü olanlar adsız ve yüzsüz olana dönüştüğünde cesetlerin ardında, yakılmış yıkılmış evlerin, ölü çocukların, boğazlanmış hayvanların ardında yalnızca dokunsan kırılacak bu yalan kalırdı. Yaşanmış iyi şeylere, başka türlü de yaşanmış olduğuna, başka türlü de yaşanabilecek olduğuna dair... Utanmaya dair, iyiliğe dair, insanca olanın çıkıp geleceğine dair, hiç olmazsa birinin diğerleri gibi davranmadığına dair... Hayalden ve beklentiden oluşmuş, her nasılsa bunca dayanıklı çıkmış bir yalan... Öylesine arsız bir yalan bu. Yüzü bile kızarmayan bir yalan... Zayıf bacaklarının üstünde titreyerek duruyor, narin kanatlarını gizliyor, kuvvetli bir esintide uçup gitmemek için direniyordu. Öylesine hazin bir yalandı bu.
Reklam
En çok an'ları merak ederdim; bir kadının unlu ellerini çabucak önlüğüne sildiği, unların önlüğün üstünde yapışık kaldığı, cama koşarken artık bunu önemsemediği... Ellerin hâlâ hamur tahtasındaki yumuşak kıvamlı şeyin izini, sıçrayan yağın acısını taşıdığı, boğum yerlerinin aklaşmış, derinin hafifçe kızarmış olduğu... Kutlamaların, bayramların karşılıklı ödünç verilen eşyaların, sunulan armağanların, ikram edilen yemeklerin ardında varlıklarını koruyan, güçlerinden hiçbir şey kaybetmeden kunt, acımasız bekleyen şeylerin çabucak uykudan uyanıverdiği anları... Yemeninin üstünkörü bağlanıverişi, birkaç saç telinin bembeyaz örtünün altından terli alna yapışıp kalması... Kiliseye ya da camiye koşarken kenarı mavi ya da pembe işli tertemiz fanilanın altında saklı kalbin çarpması, tırnakların arasında hâlâ un kalıntıları...
Söyleyemeyen yüzünden ağlardı dağ ve nehir söylenemeyen hakkında susardı. Nehrin ağlaması olanaksızdı. Bu yüzden susuyordu; bazen bentleri aşıp köyleri, tarlaları sular altında bırakarak susuyor ve dağ özellikle sabahları ağlıyordu.
Artık ne gidilecek, ne dönülecek bir yer kalmıştı. Geçmişin kayıp anıları, yuvaları dağıtılmış kuşlar gibi acı çığlıklar atarak zihinlerinde umarsızca dolanıp duruyordu.
Az önce on üç-on dört yaşlarında beş-altı kız ellerinde uzun değneklerle gülüşerek yanımdan geçip, sapmaya çekindiğim bir patikada kayboldular. Masal yaratıkları gibi zamandışı, hülyalı, uçucuydular. Sesleri savrulup gitmeden önce, boş arazideki sert kısa otlara, tuhaf dikenlere birkaç saniye boyunca takılıp kaldı. Şimdi geride onlardan hiçbir iz yok. Kayıp zamandan gelip kayıp zamana karışmışlar gibi... Masalın en güzel yanı da bu ölçülüp biçilmemiş, kaydedilmemiş, bölünmemiş zamanın öyküsünü anlatmasıdır. Bir varmış bir yokmuş diye başlayan unutulmuş zamanın... Ama zamanı unutabilir miyiz? Belki de şöyle sormalıydım; masalla görmezden gelmeye çalışsak da zaman bizi unutur mu?
186 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.