- " (...) Her şey, gerçekleşmeden önce “mümkün olma” özelliğiyle vardır; bu ifâdeye, hem “keşif”, hem de “icâd” dediğimiz maddi ve mânevî nesneler cümlesi girer… Keşif, daha ziyâde mevcutta, “bilinen ve bizde bulunan aranır” hikmeti, sanki bir hatıranın vesileye canlanışı gibi fark edişler şeklinde tecelli etse de, çoğu zaman bunlara da mevzularına nisbetle “keşif” deriz. Oysa keşif, şahsına münhasır bir “ilhâm” eseri olarak şahısta yaratılmış bir suret nev’inde ve maddeye de sirayet etse, icâda “yaratmak” denilemeyeceği, tersi bir mânâdadır. Netice’de icâd da son tecridte Allah’ın iradesi olarak olandır da, ona “Allah’ın icâdı” denemez. Mânâlar bu şekilde yerli yerine konulurken, --ki vesileyle mesele konuşuluyor, bunlar nerede neye yarar ayrı mesele!-, keşfe “icâd” ve “icâda” keşif yakıştırmalarımız vardır bu tabiîdir. Meselâ bir kıta keşfi, kıtanın icâdı değildir… Bir vinç de, keşif değil icâdtır…"
(Salih Mirzabeyoğlu-Ölüm Odası B/Yedi: Nefs'ta Satranç (Dünya Bir Yangın Yeri)-Baran Dergisi, 389. sayı)