İnönü, korkuyla bağırıyor, yalvarıyor, ağlıyor, nefesi tıkanarak topraklarda yuvarlanıyor, taş
parçalarına tutunmak için mezbuhane gayretler sarf ediyordu.
Sahnenin bir köşesinde aksakallı "Tarih Baba" önündeki büyük kitabın yazısız sayfası açık olarak duruyor, bu kıyamet manzarasına bakıyordu.
Esen, kasırga değil, şehit ruhları idi. Bunlar Beşerî Şef'i paramparça etmişlerdi. Şimdi ondan kalan yegâne şey birkaç damla kara boya...
Kasırga, bu kara boyayı Tarih Baba'nın kitabına doğru sürüklüyor. Aksakallı ihtiyarsa bu kapkara boyaları ak sayfaların üstüne kabul etmek istemeyerek eliyle itiyordu. Fakat kasırga galip geldi ve kara boyalar ak sayfanın üstüne bir iki satır halinde yapışıp kaldı.
Kasırga bir anda dinmişti. Bütün şehitler, bütün ölüler kendi yerlerine gitmişlerdi. Tarih Baba kitabına yazılan iki kara satıra eğilip okuyarak başını kaldırdıktan sonra yüzünü buruşturdu:
‐ YAZIK!... KİTABIM HİÇ BÖYLE KİRLENMEMİŞTİ!
Birden, büyük bir kasırga uğultusu içinde sert bir kumanda sesi... Ses pasaparola halinde uzaklaşa uzaklaşa dipsizliği gezdi. Milyonlarca asker bir anda esas vaziyetinde... Selâm boruları...Davudî bir ses:
‐Merhaba asker!
‐Merhaba Paşam!
Müşir Fevzi Çakmak...
İnönü, Müşiri görür görmez dizüstü düştü.
Müşir sağ eliyle İnönü'yü göstererek askere hitap etti:
‐Şu gördüğünüz adam, askerî talebeliğinde, zabitleri görsün diye seccadesini koridora atıp namaz kılan seciye!...İstemeye istemeye katıldığı İstiklâl Savaşı'nın istismarcısı, İnönü Zaferinin hırsızı, Lozan'da Türk mukaddesatının peşkeş çekicisi, Müslümanlık, Türklük ve Türkçülüğün düşmanı; Başvekilliğinde en feci zulüm ve suiistimallerin, Devlet reisliğinde de en korkunç istibdat ve yâran
saltanatının merkezi ve nihayet muhalefetinde ebediyyen kendisi için kurulan muhalefet makamının meccani ve sahtekar lüpçüsü!... Sonunda meccânilik ve lüpçülüğün son basamağı olan "Z" vitamini sayesinde ölüme çare bulunacağını sanırken şimdi şerefli ölüler arasında kendisine yer arıyor! Yeri yoktur!
‐ Biz Sakarya Şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!..
‐ Biz Dumlupınar Şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!...
‐ Biz Çanakkale Şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!...
‐ Biz Filistin Şehitleri...
‐ Biz Kafkas Şehitleri...
‐ Biz Irak Şehitleri...
‐ Biz Galiçya Şehitleri...
Bütün şehit dizileri Beşerî Şef'i kovuyor ve
Şaşkınlık ve korku içinde bir adım daha atarken bir ses gürledi:
‐ Gelme!... Gelemezsin!...
Bu ses dağdan dağa yankılanırken Beşerî Şef ölü rengi almıştı. Kısık bir ses çıkardı:
‐ Niçin men ediyorsunuz? Siz kimsiniz?
Aynı ses daha sert bir haykırışla cevap verdi:
‐ Biz İnönü Şehitleriyiz!... Sen kimsin?
‐ Ben de sizin kumandanınız İsmet Inönü'yüm!
Karşıki diziden bir kişi bir adım ilerleyerek yıldırım sesiyle bağırdı:
‐ Ben, İnönü'nün meçhûl şehit neferiyim! Seni tanımıyorum! Kumandan olsaydın yetimlerimi
düşünür onları kendi haline bırakamazdın! Kanımızı şarap gibi içerek rahat saraylarda yaşayan sen mi bize kumanda etmiştin? Gelme!... Gelemezsin!
Heyecanlı sevinci biraz durulunca son kalan tüplere bakarak sordu:
‐ Kuzum Pavlâki! Bu kalan tüplerde hangi kanlar var?"
‐ Aziz şefim! Bunlar Özbek, Kırgız, Türkmen, Kazak, Başkurt ve Tatar kanlarıdır."
Bu cevap, Beşerî Şef'i çıldırttı:
‐ Ne!.. Bu mendebur vahşî kanlarını hangi cüretle benim asil kanıma karıştırmak istiyorsunuz? Bunlar Turan kanları değil mi? Beşeristan'ın bu barbarlarla ne ilişiği var? Çabuk, bu kanları yok edin!...
‐ Emredersiniz efendim!
Doktor Pavlâki korkudan titreyerek tüpleri aldı. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyordu.
Şef bağırdı:
‐ Nereye gidiyorsun?
‐ Bunları imha etmeye aziz şefim.
‐ Nasıl imha edeceksin?
Pavlâki şaşırdı ve kekeleyerek cevap verdi:
‐ Derin bir çukura atıp üstünü kireç ve toprakla örteceğim!
‐ Olmaz !.. Ben o vahşi kanı bilirim. Onu on metrelik toprağa da gömsen yine oradan da çıkarak ordular yaratır ve dünyayı kana boğar. Bu tüpleri derhal uçakla Atlas Denizi'ne attırınız!..
‐ Emredersiniz aziz şefim!
Sonra sırasıyla Yunan, İsrail, İngiliz, Amerikan, Fransız, Ermeni, Çin, Arap, Bulgar, Sırp, Romen, Çingene, Hotanto, Pigme kanları ve diğer birçok kanlar verildi. Beşerî Şef büyük bir medenî cesaretle, güzel nükteler yaparak bu kanları kendi kanına karıştırıyordu. Masanın üzerinde beş altı tüp daha kalmıştı. Sağlık Bakanı Doktor Pavlâki Özoğuzer bunlardan en baştakini alarak, bilinen ustalığı ile
Beşerî Şef'e zerkedince şefte bir keyif, bir genişleme oldu:
‐ Kuzum Pavlâki, bu hangi kandı?
‐ Kürt kanı, aziz şefim!
‐ Ya, öyle mi? Kırmançi zoni? Bu kan pek hoşuma gitti. Gücümü ve neşemi arttırdı. Bundan bir tane daha yapar mısın ?
‐ Aziz Şefim! Bu kandan bu kadar hoşlanacağınız hiç aklımıza gelmediği için ikinci bir tüp hazırlamamıştık. Bununla beraber onun benzeri olan Zaza kanı var. Emir buyurursanız şimdi onu zerkedelim...
Şefin emir ve isteği ile Zaza kanı da yapıldı. Beşerî Şef'in sevincine son yoktu. Dans etmek istiyor, içinden yalnız "vara lo" kelimeleri anlaşılan bir şarkı söylüyordu.
Tabiî ilkönce asîl İsrail kanının verilmesini arzu buyurursunuz aziz şefim.
‐ Hayır, hayır! Evvelâ dost Moskof kanının şırıngasını isterim. Aziz dostum Stalin’e sempatim devamdadır. Bu dost kan, damarlarıma girerken Beşerî Eğitim Bakanı Falih Rıfkı Atayın dost Stalin'le benim
hakkımda yazdığı cümleler okunsun! Aynı zamanda Stalin’e bir dostluk mesajı gönderilsin. Bu mesajı Başbakanım Hasan Âli Zaro Yücel kaleme alsın.
Sağlık Bakanı, Beşerî Şef'e ilk iğneyi yaparken Falih Rıfkı Atay hazin bir sesle ve ağlayarak 16.01.1994 tarihli Ulus'taki makalesinden şu ölmez satırları okuyordu:
"Lenin ve Atatürk ölmüşlerse de, onların eserlerini ancak yürüten, ilerleten ve yükselten iki şef, İnönü ve Stalin başımızdadırlar."
İğne büyük bir başarı ile yapılırken yan salondaki cumhurbaşkanlığı bandosu bir cemile olsun diye Sovyet marşını çalıyor ve Patrik Athenagoras da haç çıkararak Beşerî Şef'i takdis ediyordu.
‐ Beşerî Eğitim Bakanı Falih Rıfkı Atay! Sana hitap ediyorum! Bütün sözlüklerden, kitaplardan, dilden sağ kelimesi çıkacak! Anladın mı?
Falih Rıfkı tir tir titriyordu. Başbakan olmadım diye için için yanarken Beşerî Eğitim Bakanlığından da olmak tehlikesi vardı. Kekeleyerek cevap verdi:
‐ Emredersiniz aziz şefim! Fakat o melun gardist kelime yerine hangi kelimeyi kullanalım?
‐ Bravo! Meselenin tam üstüne bastın! Bundan sonra sağ yerine "antisol" denecek. Beşerî Savunma Bakanı! Sen de Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile bütün birliklere bir genelge yaz! Sağ yerine antisol...
‐ Emredersiniz aziz şefim!
‐ Bir de subayların askere kabaca muamele etmelerine müsaade edemem! Sola bak, antisola bak ne demek? Emir zamanı geçti. Şimdi demokrasi çağıdır. Bundan sonra hazır ol, sola bak, bölük dur şeklinde kumanda yok. Lütfen hazır olur musunuz, lütfen sola bakar mısınız, sayın bölük lütfen durur musunuz şeklinde komut verilecek. Anladınız mı?
‐ Anlaşıldı aziz şefim.
Şef yaklaşırken sert bir kumanda işitildi:
‐ Dikkat! Sağa bak!
Fakat teftiş yapılamadı. Şef yüzü kızarmış olduğu halde tepinerek bağırıyordu:
‐ Bu ne kepazelik böyle! Hangi memlekette, hangi asırda yaşıyoruz? Bu kadar devrim yaptıktan sonra hala irtica mı? Deminden beri "sağ ol", "sağ ol" dediğiniz yetmiyormuş gibi şimdi bir de "sağ bak" mı çıktı?
Tümgeneral Salamon Toledo, onu yatıştırmaya uğraşıyordu:
‐ Aziz Şefim! Siz sağdan geldiğiniz için öyle komut verildi.
‐ Ben sağ falan tanımam! Bundan sonra sağ olun ve sağa bak tanımam! Sağ gibi irticayı hatırlatan bir kelime Beşeristanda
yaşayamaz. Anladınız mı?
‐ Anladık aziz şefimiz!
Başbakan Yardımcısı Ahmet Emin Yalman, bu sözler üzerine küplere bindi. Şefe saygıyı unutarak masaya yumruğunu indirdi. Fakat eli acıdığı için yerinden hoplaması bir oldu ve bağırdı:
‐Sen kendine bak, komünist, dinsiz!..
Beşerî Eğitim Bakanının tepkisi de yaman oldu:
‐ Yıkıl oradan, mandacı!..
Beşerî Şef ayağa kalktı. O kalkınca da ortalık bir anda sütliman oldu. Cumhurbaşkanı hâlâ elinin acısıyla kıvranan Ahmet Emin Yalmana dönmüştü:
‐ Yalmanım!.. Bak, bana hiç haber vermemiştin... Ne zamandan beri mandacılık yapıyorsun? Mandıra mı işletiyorsun? Manda sütünün peyniri iyi olur diyorlar. Ne dersin Pavlâki?"
Şöyle ki, değerli arkadaşımız Ahmet Emin Yalman, bugünkü bayrağımızın güzelliği ve asaleti hakkında bir demeç verirse, millet o bayraktan derhal soğur. Milleti birşeyden iğrendirmek için aziz arkadaşımın o şeyi övmesi birebir tedbirdir...