Bir zehri insan, bir kerede yutmalı, ya ölür ya kurtulur.
Zehri şurupla, daha bilmem ne hakla karıştırıp yudum yudum içmek pis şey, iğrenç şey. Felaketi ağır ağır haber vermek tesirli adam kesmeye benzer.
Öyle sanıyorum ki gece, bu kocaman dünyanın bütün evlerini birer birer dolaşarak ne kadar keder, ümitsizlik varsa hepsini toplamış, getirip benim göğsüme doldurmuşlar.
Aydınlık, hasta gözleri nasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri öyle sızlatıyor. Hasta gözler gibi hasta gönüller içinde karanlıktan iyi ilaç yok.
Âh, bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı kendini beğenmiş. Bizim de bir kalbimiz olduğunu, bizim de “mutlaka“ isteyecek bir şeyimiz olabileceğini, bir türlü akıllarına getirmek istemiyorlar.
Hayatın bir felaketten sonra daima bir saadet verdiğini, o güzel atasözünün dediği gibi; ayın on beli karanlıksa, on belinin mutlaka aydınlık olacağını bilmiyor değildim.
İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış.