Bir gün İsa’nın vaazını okuduk. Bazı yerleri özellikle duyarak okuduğunu gördüm. Okuduğunun hoşuna gidip gitmediğini sordum. Ali bana baktı, kızardı. — Ah, evet! dedi. Gerçekten, İsa da Allah’ın peygamberiymiş; o da, Allah’ın kelamını tekrarlıyormuş. Ne kadar da güzel sözleri! — En çok neresi hoşuna gitti? — Bağışla, sev, fenalık yapma, düşmanlarını da sev dediği yerler. Ne güzel söylemiş!
Bağışla, sev, fenalık etme
Bir kilim gibi yıprandık ve eskidik. Eskidik ve kenara atıldık. Kilim ne güzel bir şeydir bilir mısınız siz? Desenlidir, rengarenktir. Ama en önemlisi ayakların hizmetkarı, gözlerin ise dalıp gittiği bir sırdaş güzelliğidir. O, her şeyini feda eder insanlar için. Kendini feda eder. İnsanlar onun üzerinde yerler içerler. Onun üzerinde konuşur gezerler. Onu işte böyle kendileri eskitirler. Bak eskiyen kilimin, böyle sesi çıkar mı? Hiç şikayet eder mi bu durumdan? Yok etmez şikayet. Ama insan böyle mi? Hatırlanmak, hal hatır sorulmak ister. Sevmek ister, sevse bile sevilmek de olsun der. Ya insan çok bencil, yada kilim çok alçakgönüllü.
Sayfa 107 - Kadran Medya & YayıncılıkKitabı okudu
Reklam
Cesaret edin, okuyun! Anlayabiliyor musunuz?
Düşünmek düşünmek düşünmek, düşündükçe anlamak istiyordu: Köyün kırlıklarında niye güzel kokulu lezzetli otlar yetiştiğini, o otları toplamaya neden anne-babaların değil de küçük kızların gönderildiğini anlamak istiyordu. Ot toplayan küçük kızların neden otların yanında açan rengarenk çiçeklere dalıp gittiğini, otların yanında biten rengarenk çiçeklere dalıp giden küçük kızların yanında neden kocaman adamların bittiğini... Küçük kızların elinden tutan büyük adamların gözlerinin neden kuytu yerler arandığını, o otların bol bulunduğu kırlıklarda neden kutu yerlerin de bol bulunduğunu... O kuytu yerlerde gizli toz toprağın küçük kızların giysilerini nasıl olup da kirlettiğini, kirli giysilerin sıyrılıp hoyratça açılan bacakların arasında nasıl öylesine kıyıcı bir acının hissedilebildiğini...
Sayfa 33 - CanKitabı okudu
Yokuş aşağı inerken bu hayatta keyfimiz yerinde oluyor da ne zaman bir yokuşa denk gelsek hop, bu hayat beni sevmiyor diyoruz. Unuttuk yolun maksadının seni vardıracağı yer olmasını. Yolun aralarındaki şeylerle meşgul bu insanoğlu. Ayağımıza taş takılıyor pes ediyoruz, bir yokuşa denk geliyor, yok, bu yoldan gidilmez diyoruz. Yol güzel yerlere gidiyorsa, güzel yerler gibi o yolu da sevmeli insan. Yani gülün dikenini de sevmeli insan.
Kitaplığı kuşatan suskunluk ve karanlığın nedenleri burada yatıyor, dedim kendi kendime; burası bilgi dağarıdır ama bu bilgiyi, ancak onun kim olursa olsun bir başkasına, hatta rahiplere bile ulaşmasını önleyebilirse, el değmemiş olarak koruyabilir. Bilgi en iğrenç işlemlerden sonra bile fizik bütünlüğünü koruyan bir madeni paraya benzemez; kullanıla kullanıla epriyen çok güzel bir giysiye benzer daha çok. Gerçekten kitabın kendisi de böyle değil midir? Ona gereğinden çok el değerse sayfaları aşınıp mürekkebi ve yaldızı donuklaşmaz mı? İşte, az ötemde, Tivoli'li Pacifico'nun, sayfaları nemden birbirine yapışmış eski bir cildi karıştırdığını görüyordum. Kitabın sayfalarını çevirmek için başparmağıyla işaret parmağını diliyle ıslatıyor, tükürüğün her değişinde sayfalar dayanıklılığını yitiriyordu; o sayfaları açmak, katlamak demekti; onları, havanın ve tozun acımasız işlemine açık tutmak demekti; bunlar, parşömenin zora gelince kırışan ince damarlarını kazıyacak, tükürüğün yumuşattığı, ama aynı zamanda sayfanın köşesinde dayanıksızlaştırdığı yerler yeniden küf bağlayacaktı. Tıpkı aşırı sevecenliğin bir savaşçıyı yumuşatıp güçsüz düşürmesi gibi, bu aşırı sahip çıkıcı ve üste titreyen sevgi de, kitabı önünde sonunda onu öldürecek olan hastalığın etkisine açık bir duruma getirecekti. Ne yapmalıydı? Okumayı bırakıp saklamakla mı yetinmeliydi? Korkularım yerinde miydi? Üstadım olsa ne derdi?
Sayfa 266 - Can Sanat Yayınları, 36. baskı, Çev. Şadan Karadeniz
Uzak yerler, başka bir dünyaydı sanki. Yaşadığımız yerlerse kıpırtısız, sakin, kendine göre bir düzenle hiç bozulmadan işleyen."Ahh..." diyor birdenbire Kamber. "Şimdi uzaklarda, ama çok uzaklarda bir yerde bir dere köpüre köpüre akar, sesi dağların arkasında yankılanır. Kızıl tüylü keçilerden bembeyaz, dumanı üstünde sütler sağar iyi kalpli anneler. Bir delikanlı türkü söyler kayaların arasında, sevdalıdır, dalga dalga gelir sesi. Yüz elli yaşındaki anam, bir dilim sıcak ekmek verir bana. Ah, o ekmek ne güzel kokuyordur şimdi kimbilir. Bütün bunları görebilmek için gözlere ne gerek var?.." Yürüyoruz Kamber'le. Sonsuz bir ovaya ulaşmak istiyoruz. İnsanların çiçekler gibi sessiz, nazlı oldukları bir ovaya.
Sayfa 186 - Can YayınlarıKitabı okudu
Reklam
657 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.