Şu anda yağmur yağıyor. Balkona çıkıp baktım. Kendime bir kahve yapıp yağmurun kokusunu içime çekeyim istedim. Sırtımı balkona tam dönmüştüm ki bir anda balkonda çivilendim sanki. Önce cebimi yokladım. Bir sigara çıkartıp içmek için hazır ettim. Sonra gözlerimin önüne gelen -bir sigara içimlik- görüntüleri yazıya dökerek aşağıya iliştirdim:
Çadır kurardı babam, tarlaların başına. Tarlayı bütünüyle gören hâkim bir köşede olurdu çadır. Oradan tarlaya hükmederdi, bozkıra hükmederdi. Uzaktan bakılınca -o zamanlar 6-7 yaşındayım- o çadır bana kale gibi görünürdü. Sonbahar şimdiki sonbaharlardan daha soğuk olurdu ve yağmurlu.
Mart ayından beri kurulu olan çadır (market poşetinden birkaç kat daha kalın, şeffaf bir naylondan olurdu) güneş karşısında yavaş yavaş erimeye yer yer de delinmeye başlardı. Rüzgarda yıpranır, yağmurda yıpranır. Yıpranır da yıpranırdı anlayacağınız. Yağmur yağınca çadırda akan (yağmur damlatan) yerlere annem küçük kaplar koyardı, kilim ıslanmasın diye. Yağmurla birlikte rüzgâr da olursa çadırda yaşayanların vay hâline! Çadırı attı atacak (uçurdu uçuracak, paramparça edecek) zannederdim. Zangır zangır titreyen bir çadırın altında yağmurun sesi bile ürkütürdü beni. O ürküntü sırasında kokusunu bile alamazdım yağmurun.
Sonra dinerdi yağmur. O delinen yerleri -varsa- koli bandıyla bantlardı babam. Ertesi sabah erkenden gün başlar, hayat kaldığı yerden devam ederdi.
O yıllarda beni ürküten yağmurun şu anda kahveyi çağrıştırması, hayat bir Cem Karaca şarkısı gibi gerçekten çok garip. Saygılarımla.
M. K.