1950’LERDE GELEN YABANCI DANIŞMANLAR
Eğitimin, son yirmi yılda geldiği şu hâle “eğitim” demek mümkün mü? Halbuki, 1950’lerde yabancı “danışmanlar” iyice devreye girinceye kadar Türk ortaöğretimi dünyadaki en iyilerinden biriydi; o zamana dek hâlâ Atatürk’ün milli eğitim anlayışına göre yürümekteydi. Sonra bozdular, önce yavaş yavaş; son yıllarda ise son sürat sıfırladılar eğitimi.
Şu hâle, yeni bir gözle hele bir bakın: Öğrenci bir okula yazılıyor, ama derslere girip birşeyler öğreneceğine, en önemlisi düşünme alışkanlığı edineceğine, dershane kapılarında, gece gündüz, hafta sonları perişan oluyor. Neden? Çünkü , konuların ruhu yerine, birtakım, ezberciliği teşvik eden sınavları geçme taktiklerini öğrenecek. Adları alfabe çorbasını andıran giriş sınavları, mesele çözme, düşünme, düşündüğünü iyi ifâde edebilme yeteneklerini ölçen sınavlar yerine, A, B, C,… şıklarından birini işaretleten sınavlar. Amaç herhangibir evrenkente (üniversiteye), herhangi bir dalda kapağı atmak. Öğrencinin ne için ve nasıl bir meslek edineceği önemli değil. Öğrencilerin ancak %10 kadarı, istediği, sevdiği bir dala girebiliyor; onun, dolayısıyla ülkenin, kaderini işte o alfabe çorbası sınavlar belirliyor. Bu, yirmi yıldır böyle gittiğine göre, demek ki ülkemiz %90 yaptığı işten, mesleğinden nefret eden insanların elinde.