"Aşk, bir bedende iki kişi."
“Ey aşk...! bir mucize gerçekleştir şimdi
Şapkandan bir kumru havalansın
Bana öyle büyük ki bu kalp,
Gelsin yüreğime yuvalansın”
Kitabı okurken sımsıcak bir yürek buldum. Yaşam kavgasının molalarında, sıcacık bir poğaça, buğusu üstünde demli bir çay, sevgi ve vefayla beslenmiş hoş bir muhabbet, zifiri
Dört bir yanımızdan zurna sesi gelirse, kulaklarımızdan içimize oluk oluk yumuşak, tatlı hüzünlü makamlar akıtılırsa, bütün ömrümüz türkü mırıldanmakla geçer.En büyük keyfi türkü söylemekte bulursak, içimizdeki sert coşkunluk, demirin ateşte yumuşadığı gibi yumuşar…
‘Yakarsa dünyayı garipler yakar’ ekolünün vakur temsilcisi Martin Eden’le tanışacağım için oldukça hevesli ve heyecanlı bir vaziyette açtım kitabın kapağını... Bu heves ve heyacan –dürüst olmam gerekirse- son sayfalara yaklaştıkça Martin Eden’le artık vedalaşacak ve onu hayatımdan çıkaracak olmanın hazzını besledi. Yangın hiç sönmedi kitap
oluk oluk akan vajinamın içinde kertenkeleleriyle oynayan bir kadınım. Tutunmadan yükseldim..., güneşi bile geçtim, karanlığın gözlerini çaldım..; vahşetim bundan.
YouTube kitap kanalımda Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık kitabını önerdim: ytbe.one/tPAQoHh_su4
"İnsan, insan sevmedikçe
İster yatakta, ister kolda kelepçe." Büyük Ev Ablukada
"Alnın açık bir şekilde vatani görevini yerine getirmen dileğiyle..." notu düşülmüş bir ilk sayfa. Kitaba gözlerimi ilk olarak böyle açtım.
“tanrı ve zaman yanlış hatmedilmiş
kiliselerin çanları sağır…
minareler kısa…
dekolte doktrinler giyinmiş abdal…
geç kalmış, geç yağmış yağmurlarla dolmuş
sarnıçlar, yırtıcı bir neşter darbesiyle, bulanmışlar
nükleer sevdalardan olan kuleler, rokoko kristallerle
süslenmiş tünellerde lime lime olmuşlar, bikes düşlere
darılmışım, sıçramışım ve
Kaplumbağa almış başını gidiyor. Yılmamış.
Boynunu uzata uzata yürüyor. Deminden beri belki yirmi metre yol aldı. Yürüdükçe kendine güveni artıyor. Daha da kızışan sıcağı duymuyor. Yürüdükçe kurumuş otları kırıyor. Ardında oluk gibi bir iz açıyor. Kendini çıkardığı o ince çıtırtıya kaptırmış. Dalgın dalgın ilerliyor.
Kelebek kanadındaki toz gibi idi varlığın, gün geçtikçe siliniyordu benliğin. Her kanat çırpışta her göğe bir adım daha yaklaştıkça kaybediyordum seni. Saydam, şeffaf bir kanada eriştiğimde sen olmayacaktın ve belki bende uçma yetisini kaybeden bir tür böceğe dönüşecektim. Nasıl görünürdü, nasıl karşılanırdı bilmiyorum lakin bir karınca sofrasına meze olmaktı sensiz kalmak.
Anladım....
Sonum oluyordun her nefeste, nasıl ve ne zaman elim sana yetişmeye kalksa yeşeriyordu ümit. Gözyaşları oluk oluk akıyordu. Akmasına aldırmıyordun da inadına tebessüm edip kahkahayı basıyordun. Sonra zaman kavramını ortadan kaldırıp “Bekle, ne yap ne et bekle” diyor kahkahana kaldığın yerden devam ediyordun. Acımız hafifliyor ölüyorduk yavaş yavaş.
Ölüyordum…
Düz bir kapı açılıyordu semaya doğru binlerce merdiveni olan. Avuçlarımda sen çıkıyorduk bir bir yukarıya. Nasıl tutuyordum seni, yara alma diye sıkmadan, kaçma diye gevşetmeden avuçlarımda seni. Bir fenalık gelmesin diye defalarca siper ettiğim gövdemi daha hangi şarapnel parçalarına vurdurup hücrelerime ayıracaktın. Eti kemikten söktüğün gibi beni sensiz bıraktın sessiz bıraktın.
Ağladım….