Bu karanlık anılar belli belirsiz seçilen, büyük biçimler yaratır ve o biçimler beni sessizce yakalayıp aşağılara doğru çekerlerdi –aşağı-daha aşağı–, öyle ki bu inişin sonsuz olduğu düşüncesinden doğan korkunç bir ahmaklığa kapılırdım. Kalbimin alışılmamış derecede durgunlaşması yüzünden içimde belli belirsiz bir korku doğardı. Sonra her şeyi, birdenbire, bir hareketsizlik duygusu kaplardı; beni aşağı indirenler (uçuk benizli kafile!) sanki, bu inişte, hudutsuzluğun hududunu aşmışlar gibi, yaptıkları işin yoruculuğuna dayanamayarak duruverirlerdi. Bundan sonra, bir durgunluk, bir cesaretsizlik çökerdi üstüme; sonrası sadece çılgınlık –yasak şeyleri hatırlamaya çalışan bir insanın çılgınlığı.
Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen.
Çünkü aşk verdiği ıstırap ile ruhumu bir yandan terbiye ediyor ve beni daha olgun biri yapıyordu, ama diğer yandan da aklıma bütünüyle el koyarak, olgunluğun verdiği mantığı kullanmama çok az izin veriyordu.