Çok güzel bir konu, bir o kadar akıcı bir üslup. Kitap sıradan bir şekilde başlıyor, sonra neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Biterken yine sizi şaşırtıyor. Yani en azından benim için öyle oldu. Sonra oturup "neden olmasın" diye düşünüyorsunuz.
"Kıymet bilmek için ille de her şeyi yaşamak mı mı gerek? Bu ahmakların işi. Hem zaten biz yeni hayatımıza topraktan doğarak başlamayacak mıyız? Anne-baba ile evlat arasında o kadar da çok fark yokmuş... yani çocukerkil olmak bize biraz da tüketim dünyasının bir dayatması. Acılarla sevinçler göründüğünden farklıymış... "Benim hırsla ettiğim dualarımı gerçekleştirmeyen Allah'a hamdolsun".... fikirler, şükürler, tesbitler fırtınası esiyor zihninizde.
Ancak yeni dönem yazarlarımızın kısmetsizliği olsa gerek, iğdiş edilmiş bir dilin hüküm sürdüğü zamanlarda yaşıyoruz. Kuşa çevrilmiş dilin yavanlığı öyküyü etkiliyor. Çözüm için bir önerim yok, zira öneriler benim boyumu aşacak cinsten. Yazar kendini geliştirse bu sefer okur anlamayacak falan. Bu müşterek konu sadece bu kitaba da özgü değil zaten. Bir misalle anlatmam gerekirse, herkesin bildiği diyecem ama herkes biliyor mu acaba? Neyse.. Ömer Seyfeddîn'in "Pembe İncili Kaftan" öyküsünü, bir orijinal dilinden, bir de sadeleştirilmiş olarak okuyun, sonra damağınızda kalan tadları yoklayın derim acizane.