Atsız Mecmua'daki dört hikâyeden üçü savaş ve şehitlerle ilgilidir. 1920'li yıllarda savaş, Türk edip ve şairlerinin ana temalarından biridir. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı. Ardından son vatan parçasını vermemek için son güçleriyle bu topraklara tutunan Türk milletinin mucizevi direnişi ve büyük zafer. On yıl boyunca devam eden bu savaşlar yüz binlerce Türk'ün canına mal olmuştur. Gidenler dönmemiş, analar babalar evlatsız, eşler kocasız, çocuklar yetim kalmıştır. Neredeyse her ailede şehitler vardır. Acımasız savaş şartları, düşmanın zulmü ve şehitler... O yılların bütün yazar ve şairleri bundan etkilenmiştir. Çocukluğundan beri milli duygularla beslenen, çok genç yaşta, Ziya Gökalp gibi, Ömer Seyfettin gibi düşünür ve edebiyatçıların yazılarını, şiirlerini, hikâyelerini okuyan Atsız da elbette bu savaşların acılarından etkilenecekti.
Gel zaman git zaman bir gün gelecekti ki artık kimse kimseye inanmaz olacaktı.
Reklam
İşte üç yüz franka alınan bir aşk gecesi! Bu kadar nefis ve olağanüstü mükemmel bir güzelliği, tesadüfün eli, hani evliliğin o kaba ve ihtiyar eli mümkün değil bana sunamazdı.
Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikatı unutmayan ariflerdendi.
Nadan ile sohbet etmek güçtür bilene Çünkü nadan ne gelirse söyler diline
Sayfa 22 - AtasözüKitabı okudu
İşte zırdeli, sevdiği adamı görünce akıllanıvermişti.
Reklam
Dünyada zaten ne kalıcıydı? Hiç, hiç…
Radko çok dikkat ve tecrübe etmişti. Hatta şimdi yakılan bir adamın uzaktan kokusunu duysa hangi milletten olduğunu yanılmadan söyleyebilirdi. Bulgar köylüleri kavrulmuş sarmısak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türkler... Balkan'ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi.
"İnsaniyet" fikri dünyanın en büyük, en münasebetsiz, en eski, en rezil bir saçmasıydı. Hıristiyanlıktan evvel, bir veba gibi bazı dimağlara girmiş, birçok milletlerin, birçok toplumların mahvına sebep olmuştu.
Türklere bakınız. Bu heriflerin aptallıkları o derecededir ki, yalnız etnografyanın esaslarını kabul etmemekle kalmazlar, dünyada "kavmiyet, milliyet" gibi bir şey olduğuna da inanmazlar. Kendilerinin milliyetçilerini bile şiddetle inkâr ederler. Tarihleri, Cengiz gibi, Hülâgu gibi en büyük imparatorlarına küfürlerle doludur. Bu milliyetsizlik yüzünden edebiyatsız, sanatsız, medeniyetsiz, kuvvetsiz, ailesiz, ananesiz kalan Türkler, tabii en basit hakikatlere de akıl erdiremiyorlardı. Nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Hatta "reaya" diye en geniş hürriyetleri verdiler. Hıristiyanlara verdikleri bu reaya kelimesinin manası ne demekmiş, biliyor musunuz? "Hürmet edilecek adamlar" demekmiş. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türklerin hali, işte bize bir derstir.
1,000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.