İslam, varlığı bir bütün olarak görür; hayatın zıtlık üzere geçtiğini gösterir, dolayısıyla dengeyi esas alır. Özellikle savaşı öngörmüyor ancak müdafaayı da göz ardı etmiyor. Savaş kaçınılmaz olduğunda, "Her şeye rağmen savaşmayın!" demiyor; “Savaşmak mecburiyetinde kalındığında dahi zulmetmeyin; ihtiyarlara, kadınlara, çocuklara, hastalara, ağaçlara, hayvanlara zarar vermeyin!" diyor.
İslam tasavvuru, (özellikle İslam tasavvufu) "iyi”nin karşıtı! düşmanı gördüğü “kötü"ye mutlaklık vermiyor; varliğın tümünü Allah'ın tecelligâhı olarak kabul ediyor. Allah mutlak ”hayr'dır ve kötü yoktur; kötü, "iyi"nin olmayışindan doğan arızi sonuçtur sadece. Güneş’in batmasıyla karanlığın ortaya çıkması gibi... Karanlık bizatihi yok, bizatihi var olan ışığın çekilmesiyle doğar.
Mutlak anlamda ortadan kaldırılması gereken bir şey değil “kötü” , ondan korunmak ve onun saldırısını önlemek esastır. Düşman (kötü) nefstir mesela, ama nefsin öldürülmesinden ziyade terbiyesi istenir. Çünkü ”iyi”, biraz da ”kötü"er mücadelede belirir. Bu sebeple, "Gidin, savaşın!” denmiyor, "size savaş açıldığında kendinizi savunun!” deniyor. Değerlerin erozyonu bahsine buradan bakıyoruz. Yozlaşma, bizatihi bir hakikat değil, bizatihi hakikat olan değerlerin hayatlardan çekilmesiyle olur. O hâlde yapılması gereken; kötü ve kötücül olana işaret etmekten çok, iyi olanı, yani değerleri hayata çağırmak... Başta insanı kurmak; onu, fert ve şahsiyet olarak ikame etmek. . . Değerlerin cisimleşmiş hâli olarak insan olmak.. İyi ve temiz olandan kötü ve çirkinlik çıkmaz!