Genç adamın Sibly Vane'e duyduğu çılgınca aşk görmezden gelinemeyecek bir psikolojik olguydu.
Marks, tarihin kendi kendisini yindediğini belirtmiş­tir; ve bunu, tarihin sonunun geldiğini savunan sözler kadar hiçbir şey daha iyi kanıtlayamaz. Buna benzer ölüm kehanetleri ve ilanları, Yeni Ahit günlerinden He­gel'e kadar süregelmiştir. Tarihin sonuna yaklaşıldığını öne süren bu savlar, tarihe daha farklı boyutlar katıp onu güçlendirmek ve sürekli kılmaktan başka bir işleve sahip değildir. Tarihteki, ya da daha kesin konuşmak gerekirse ideolojideki son ihraç emirlerinden biri, 1950'li yıllardaki o sözde ideolojinin sonu hareketiydi. Vietnam ile birlikte, Siyah Güç ve öğrenci hareketleri ile birlikte, bunun son derece yersiz bir kehanet olduğu ortaya çıktı. Günü­müzde de buna benzer iddialar ortaya atıldığından, Os­car Wilde'ın, tarihin sonuna ilişkin bir kez yanılgıya düş­menin talihsizlik olacağı, fakat iki kere yanılgıya düşme­nin tamamen dikkatsizlik olacağı yönündeki sözlerini anımsamamız gerek.
Reklam
Tarih boyunca duyguların kutsanması çoğu zaman -çok da haklı olarak- kınanmış, yerilmiştir. İnsanoğlu, kendi sinden daha güçlü olan arzu ve duygulara karşı içgüdüsel bir korku beslemiş, bunların kendisinden daha az gelişmış yaşam biçimleriyle aralarındaki ortak özellik olduğunun bilincinde olmuştur. Oysa Dorian Gray'e duyguların gerçek doğası hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamış gibi geliyordu; duygular, güzellik içgüdüsünün karakterize ettiği yeni bir ruhaniliğin bileşeni olarak kabul edilmek yerine vahşi ve hayvani addedilmiş, aç bırakarak itaate zorlanmış ya da acı çektirerek öldürülmek istenmişti. Dorian Gray insanlığın tarih boyunca gelişimine bakınca bir tür kayıp duygusuna kapılıyordu. İnsanoğlu nelerden vazgeçmişti! Hem de ne kadar değmeyecek şeyler uğruna! Bu tarih, türlü türlü çılgınca kasıtlı retler, canavarca kendi kendine işkence etmeler ve kendi kendini inkârlarla doluydu; tüm bunların kökeninde korku vardı, sonuçsa cehaletin bedeli olarak insanın kaçmaya çalıştığı yozlaşmanın çok daha beterine mahkûm olmasıydı. O muhteşem çelişkileriyle Doğa, münzevileri çölde yabani hayvanları avlamak zorunda bırakmış, keşişlereyse yârenlik etsinler diye tarladaki hayvanları vermişti.
Sayfa 150
Dorian Gray tepeden tırnağa ürperdi, bir an Basil'e resmi saklamak istemesinin gerçek nedenini söylemediğine pişman oldu. Basil, hem onu Lord Henry'nin etkilerinden korur, hem de kendi kişiliğinin ruhunu daha fazla zehirlemesine engel olurdu. Basil'in Dorian'a olan sevgisinin -ki bunun gerçek sevgi olduğuna şüphe yoktu- Dorian'ın asaletiyle ya da entelektüelliğiyle zerre kadar ilgisi yoktu. Bu sevgi, duyu organlarıyla algılanan bir güzelliğe duyulan fiziksel bir hayranlık değildi ki duyu organları yorulunca tükensin. Bu sevgi Michelangelo'nun, Montaigne'in, Winckelmann'ın, Shakespeare'in bizzat tanıklık ettiği türden bir sevgiydi. Evet, Basil onu koruyabilirdi. Ama artık her şey için çok geçti. Geçmiş yok sayılabilirdi belki; pişmanlıkla, inkârla, unutarak yapabilirdi insan bunu. Fakat gelecek kaçınılmazdı. İçinde felâket şekillerde ortaya saçılacak arzuları, kötülüğünün gölgesini gerçeğe dönüştürecek hayalleri vardı.
Sayfa 138
Mutlu Prens
Ertesi sabah erkenden Belediye Başkanı, Belediye Meclisi üyeleriyle birlikte aşağıdaki alanda dolaşıyordu. Sütunun önünden geçerken başını kaldırıp yontuya baktı, "Vay, Mutlu Prens'e ne olmuş böyle?" dedi. Her zaman Belediye Başkanı'nın söylediklerine uygun söz söyleyen meclis üyesi de, "Sahi, ne kılığa girmiş?" diye haykırdı; ikisi de, bakmak için yontunun altlığına çıktılar. Başkan, "Kılıcının yakutu düşmüş, gözleri gitmiş, artık altınlığı da kalmamış; dilenciden biraz iyi durumda..." dedi. Üyeler de, "Ya, dilenciden biraz iyi durumda" dediler. Başkan, "İşte ayaklarının dibinde de bir kuş ölüsü!" diye sürdürdü konuşmasını, "Doğrusu kuşların burada ölmesine izin verilemeyeceği konusunda bir buyruk çıkarmalıyız." Belediye yazmanı bu düşünceyi hemen yazdı. Bunun üzerine Mutlu Prens'in yontusunu yıktılar. Üniversitede sanat profesörü, "Artık güzel olmadığına göre, yararlı da değildir," dedi. Sonra yontuyu fırında erittiler. Başkan, madenle ne yapmak gerektiğine bir karar vermek üzere meclisi topladı; "Elbette başka bir yontu yaptırmalıyız," dedi, "Bu da ancak benim kendi yontum olabilir." Meclis üyelerinin her biri, "Benim yontum, benim yontum!" diye kavgaya tutuştu. Son işittiğim zaman hâlâ kavga ediyorlardı.
Vergilius'un Dante' ye, hayatı soylu amaçlardan yoksun, emelleri sığ olmuş insanlarla ilgili olarak söylediği sözdür: "Non ragioniam di lor, ma guarda, e passa." (İt.) "Söz etmeye değmez, yalnızca bak ve yürü."
Reklam
“Non ragioniam di lor, ma guarda, e passa.” “Söz etmeye değmez, yalnızca bak ve yürü.” Dante
"Seni seveyim mi?" dedi Kırlangıç; hemen sadede gel­mekten hoşlanırdı. Kamış ise boynunu iyice bir eğdi. Bunun üzerine Kırlangıç onun etrafında döndü de döndü, kanat­larını suya değdiriyor, suda gümüş halkacıklar yapıyordu. Muhabbetini böyle gösteriyordu işte. Aşkları bütün yaz sürdü. "Gülünç bir bağlılık bu," diye cıvıldaştı öteki Kırlangıçlar; "Kamış Hanım beş parasız, ayrıca çok fazla akrabası var!" Gerçekten de ırmak kamış doluydu. Sonra, sonbahar geldi­ğinde bütün kırlangıçlar uçup gitti. Arkadaşları gittikten sonra Kırlangıç kendini yalnız his­setti ve sevgilisinden usandı. "Sohbeti yok," dedi, "ayrıca korkarım cilve yapmaktan başka bir şey bilmiyor, durma­dan rüzgarla cilveleşip duruyor." Gerçekten de ne zaman rüzgar esse, Kamış çok zarif hareketlerle eğilip bükülüyor­du. "Yerine de çok düşkün," diye sürdürdü sözünü, "oysa ben yolculuk etmeyi seviyorum, bu yüzden karımın da yolculuktan hoşlanması gerekir." Sonunda, "Benimle uzaklara gelir misin?" dedi ona, fakat Kamış başını iki yana salladı, o kadar bağlıydı yerine. "Aşkımı hafife aldın!" diye bağırdı Kırlangıç. "Ben Piramitler'e gidiyorum. Hoşça kal!" dedi ve uçup gitti.
Paris'te bir kafede otururken André Gide'e şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Metafiziğe duyduğum gerçek ilgi pek az, ahlak'a ise tümüyle sıfır, ama Platon'un ve Hazreti İsa'nın her sözü, doğrudan 'sanat' ünyasına aktarılabilir ve orada tam ifadesini bulur." Özgün olduğu kadar derin bir genellemeydi yaptığım.
Oscar Wilde, dünyaya örnek olacak bir vazife ile geldiğine inanmıştı, bunu birçok defalar gördüm. İncil, pagan Wilde'e endişe ve azap veriyordu. İncil'deki mucizeleri bir türlü affedemiyordu. Pagan mucize, sanat eseridir: Hıristiyanlık başkalarının hakkını gasp ediyordu. Sanatta her sağlam irrealizm, hayatta imanlı bir realizmi gerektirir.
Reklam
"Ruhun mekanı kendisidir / Ce­hennem'i Cennet'e, Cennet'i Cehen­nem'e çevirebilir" Milton, Paradise Lost
Duyu tapıncı genelde ve haklı olarak kötülenmiştir, bize kendimizden daha güçlüymüş gibi görünen, bizler kadar yüksek örgütlü olmayan varlık biçimleriyle pay­ laştığımızı fark ettiğimiz tutkulardan ve duyumlardan içgüdüsel olarak korkmuşuzdur. ıo Ama Dorian Gray'e öyle geliyordu ki duyuların gerçek doğası hiçbir zaman anlaşılmamıştı, duyular her zaman hayvanlara ve vah­ şilere ait şeyler olarak kalmışlardı; çünkü insanlar, has bir güzellik içgüdüsünü duyuların başat özelliği haline, yeni bir kutsallığın ögeleri haline getirmeyi amaçlamak yerine, duyuları aç bırakarak bastırmayı, kıvrandırmayı, öldürmeyi amaçlamıştır. İnsanın tarihsel yolculuğuna dönüp baktığı zaman Dorian bir kayıp duygusuna ka­ pılıyordu. Öyle çok şeyden vazgeçilmişti ki! Hem de ne uğruna! Bile isteye, manyakça reddetmeler, en korkunç şekilde kendi kendine eziyetler, kendini inkarlar ... Bü­ tün bunların kökeninde korku yatıyordu, sonuçta varı­ lan nokta ise insanların bilgisizliklerinden dolayı kaçma­ ya çalıştığı hayali bir düzeysizleşmeden daha korkunç bir şekilde düzeysizleşmesi, o olağanüstü ince alayıyla Doğa'nın o münzeviyi, çölün yaban hayvanlarıyla bir­ likte sürü halinde yaşaması için çöle sürmesi, keşişe can yoldaşı olarak tarladaki hayvanları armağan etmesi
Ama Dorian Gray'e göre duyuların gerçek doğası asla anlaşılamamıştı. Ona öyle geliyordu ki, dünya onları baskın niteliği soylu bir güzellik içgüdüsü olan yeni bir ruhsallığın unsurları haline getirmek yerine, aç bırakarak boyun eğmeye ve bastırmaya çalışmış ya da acı vererek öldürmeye yeğlemişti.
Sayfa 198
Yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu ve "Seni yaralamaya kim cüret etti ?"dedi.Çünkü çocuğun avuçlarında iki çivi izi vardı,ayaklarında da. "Seni yaralamaya kim cüret etti ?" diye bağırdı dev."Söyle bana,koca kılıcımı alıp onu öldüreyim." "Hayır!" dedi çocuk."Bunlar sevginin açtığı yaralar." "Kimsin sen ?"dedi Dev,birden garip bir ürperti gelmişti üzerine,küçük çocuğun önünde diz çöktü. Çocuk,Dev'e bakarak gülümsedi ve ona "Sen bahçende oynamama izin vermiştin,şimdi de ben seni kendi bahçeme götüreceğim,cennet bahçesine."dedi. Çocuklar o gün akşamüzeri koşarak bahçeye doluştuklarında ağacın altında Dev'in ölüsünü buldular,baştan aşağı beyaz çiçeklerle donanmıştı.
Birden hayat yolunda karşısına bir adam çıkmış, sanki ona hayatın sır­rının ne olduğunu göstermişti. E, pekiyi, korkacak ne vardı?
Sayfa 113 - Everest Yayınları
581 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.