Sarayındaki Rum bilginleri ve İtalyan hümanistleri kendisine Roma tarihi okurlarmış. Bir Rum olan Yorgos Trapezuntios, bir şiirinde kendisine şöyle hitap etmiştir: "Kimse kuşku duyamaz; Romalılann imparatorudur o. İmparatorluk tahtını kim elinde tutuyorsa gerçek imparator odur; İstanbul da Roma İmparatorluğu'nun merkezidir".
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki Çin Müslümanları ile Osmanlı Devleti arasında bu yüzyıldaki ilk büyük yakınlaşma, Sultan Abdülaziz dönemine tesadüf eder. 1865'ten 1877'ye kadar Doğu Türkistan'da bağımsız bir devlet kurmayı başaran Yakup Bey, Sultan Abdülaziz'e elçi göndererek kendisini halife olarak tanıdığını bildirip tazimlerini sunmuştu. Sultan II. Abdülhamid zamanında uygulanan Panislamist politikanın da etkisiyle sadece Doğu Türkistan'da değil, başta Pekin olmak üzere Çin'in farklı bölgelerindeki Müslümanlar da gerek Cuma ve gerekse bayram namazlarında hutbeyi II. Abdülhamid adına okumaya başladılar. Böylelikle evvelki dönemlerde Abbasi halifeleri adına okunan hutbe, doğrudan doğruya dönemin Osmanlı sultanına çevrilmiş oluyordu. Sayıları 30 milyon civarında tahmin edilen Çin Müslümanları nazarında Osmanlı Devleti, İslam âleminin lideri konumundaydı.
Hanedan, I. Dünya Savaşı öncesinde artık eski ihtişamının çok uzağında kalmış ve âdeta Prusya liderliğinde 1871'de kurulmuş olan Almanya'nın gölgesinde eski bir monarşi durumuna düşmüştür. Hatta 1938'de Avusturya, yaşadığı buhranların da etkisiyle Hitler Almanya'sıyla birleşme yoluna gidecektir.
1867'den itibaren Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olarak anılmaya başlanan devletin son 70 yılına İmparator Franz Josef damgasını vuracaktır. Talihin garip bir cilvesi olarak Avusturya Habsburgları tarihleri boyunca sürekli mücadele içinde oldukları Osmanlı Hanedanı ile aynı kaderi paylaşacak ve I. Dünya Savaşı sonrasında iktidarlarını kaybedeceklerdir. Belli dönemlerde Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Avusturya, İspanya, Portekiz, Hırvatistan, Bohemya, Erdel, Meksika, Toskana, Modena, Parma gibi bölgelerin idarecisini yapan bu köklü hanedanın hükümdar olan son üyesi, 1922 yılına dek Macaristan tahtında oturacaktır.
Savaşın, Osmanlı Devleti için ezici bir hezimet olmasının en önemli nedeni , Osmanlı ordularının çok çabuk ve çok kötü yenilmeleridir. Bulgar, Sırp ve Yunan orduları kısa bir sürede o kadar geniş topraklar ele geçirmişlerdi ki, onları eski sınırlarına çekebilmek Avrupalı diplomatlar için tümüyle imkansızlaşmıştı. Zaten bu devletlerden yıllardan
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkma aşamasında Sünni İslam'ın Türk kimliğinin belirleyici bir öğesi konumuna gelmesiydi. Yani Türk milliyetçiliği, Alevi unsurunu da dışlayan bir biçimde tanımlandı. Gerçi Osmanlılık, çok uzun bir süredir Sünnilikle iç içe gelişmişti. Merkezi Osmanlı kültürünün etkilediği Türkçede "kızılbaş" ve "dürzü" sözcükleri, birer küfür olmuştu. Nitekim Sivas'tan 1919 Temmuzu'nda Erzurum'daki Mustafa Kemal Paşa'ya yazan Albay Refet (Bele) Beyde, Sivas yöresi Alevilerini "kansız" biçiminde adlandırmıştır. Ayrıca Türk milliyetçiliği, tutunabilmek için İslamcılık ideolojisine bir dizi ödün vermek zorunda kalmıştı. İşte bu yüzden Ziya Gökalp'in programı yalnızca "Türkleşmek ve muasırlaşmak"tan ibaret kalmamış, bir de "İslamlaşmak"ı içermek zorunda kalmıştı. Gökalp'ten sonra Şemsettin Günaltay, Alevileri tamamen dışlayacak, 1923'te yayımladığı Mâziden âtiye kitabında ise Orta Asya iklim ve coğrafyasının Sünniliği Araplardan bile daha iyi taşıyacak bir Türk karakteri yarattığını ileri sürecekti.
İkinci Meşrutiyet döneminde iyice alevlenecek olan,alfabe değişikliği tartışması :
Latin alfabesini almak isteyenler, Türkçedeki sekiz ünlünün Arapçadaki üç ünlüyle yazılmasının çok zor olduğunu, bunun da eğitimin yaygınlaşmasını neredeyse olanaksız kıldığını öne sürüyorlardı. Öte yandan, Romenlerin uzun süredir Latin alfabesini kullanıyor
Hizb-ut Tahrir 19 Haziran 2015 Cuma günü Türkiye ve diğer birçok İslâm beldesinde Müslümanlara bir çağrıda bulundu. Bu çağrının yapıldığı tüm beldelerde Cuma namazından sonra, "Hizb-ut Tahrir'den Genel Olarak İslâm Ümmetine Özel Olarak Güç ve Kuvvet Ehline Sondan Önceki Çağrı" başlıklı nida yüksek sesle okundu.
Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti de bu çağrıyı Osmanlı Hilafet Devleti'nin son başkenti İstanbul'da gerçekleştirmiştir. Cuma namazı sonrasında Fatih Camii'nden başlayan büyük yürüyüş Saraçhane Meydanı'nda son bulmuştur. İstanbul ve Fatih âdeta eski tarihi günlerini andıran müthiş bir atmosfere şahit olmuştur. Sanki İstanbul yeniden fethediliyordu. Unutulmuş, kaybettiğimiz değerlerin fethiydi bu.
Herhangi bir tarih döneminin yorumunda, kurum ve davranışları günümüz uslup ve kavramlarına indirgeyerek anlatmak ileri-modern tarihçilik gibi algılanır olmuştur. Mesela, gaza-ganimet akını, sipahi tımarı-fief sahibi atlı, ayanlık-feodal düzen gibi. ‘post-modernist’ yazarlara göre mesela gaza,gazi, fetih gibi tarihi terimlerin kullanılması ulusalcılık, bağnazlıktır. Unutuluyor ki tarih, mûşahhasın bilgisidir. Osmanlı savaşçı, savaşırken İslam’ın belli bir inanç ve zihniyeti ile savaşmaktadır; o gelişigüzel bir akıncı değil, bir gazidir, aldığı ganimet onun için dinin kutsallık verdiği bir kazançtır.
Cami yaptırmaya niyet eden Sultanlar gaza seferi düzenler ve ganimet malıyla camisini yapardı; reaya vergisinin haram içerdiğine inanılırdı. Tarihçi, bu inancı, bu ruh haletini, bu zihniyeti görmezliğe gelirse, tarihi müşahhas olanı gözardı etmiş olur; o zaman yaptığı şey tarih değildir.