Zafer!" dediler. Erkekler evlerine dönmeye başladı.
Gönderdiğimizden az kişi döndü. Yarısından azı. Kardeşim Yuzik ilk dönen oldu. Gerçi sakatlanmıştı. Onun da benimkinin yaşlarında bir kızı vardı. Dört yaşında, beşine basmıştı ... Kızım onlara oynamaya giderdi, bir keresinde
ağlayarak geldi: "Gitmem bir daha." "Neden ağlıyorsun?"
diye sordum. "Oleçka'yı (kızlarının adı Oleçka'ydı) babası dizine oturtuyor, okşuyor. Benim babam yok. Benim sadece annem var." Kucaklaştık. ..
İki-üç yıl böyle geçti. Dışarıdan koşa koşa gelir: "Evde
oynayayım mı? Babam gelirse başka çocukların arasında
tanımaz beni. Görmedi ki hiç," derdi. Dışarı, çocukların
yanına yollayamazdım. Sabahtan akşama kadar evde otururdu. Babasını beklerdi. Dönmedi babamız ...
Müfrezemizde Çimuk soyadlı iki kardeş vardı ...
Köylerinde pusuya düşmüşler, bir samanlığa sığınıp ateş
açmışlar; sonunda düşman orayı ateşe vermiş. Fişekleri bitene kadar çarpışmışlar ... Sonunda yanık vaziyette çıkmışlar dışarı ... At arabasına yükleyip insanlara göstermişler bunları, biri çıkar da kimlerden olduklarını söyler
diye. Ele verir diye ... Bütün köy oradaymış. Babaları ve anneleri, kimse çıtını çıkarmamış. O an feryat etmeyen ananın mangal gibi yüreği olmalı. Ses etmemiş. Ağlayacak olursa bütün köyün yakılacağını biliyormuş çünkü. Yalnız onu değil herkesi öldürürlerdi. Tek bir Alman askeri için köy yakıyorlardı. Biliyormuş kadın ... Her şeyin bir ödülü vardır ama en üstün kahramanlık madalyası bile bu anneyi ve sessizliğini ödüllendirmeye yetmez ...
Almanlar partizan müfrezesinin konaklayacağı yeri öğrenmiş. Ormanın çevresini ve tüm girişleri sarmışlar. Balta girmemiş bölgelerde saklanıyorduk, tenkil müfrezesinin uğramadığı bataklıklar koruyordu bizi . Bataklık, araçları da insanları da ölümüne içine çekiyordu. Günlerce, haftalarca boğazımıza kadar
suyun içinde durduğumuz oluyordu. Aramızda bir kadın telsizci vardı, yakınlarda doğum yapmıştı. Çocuğu aç, meme ister ama annenin kendisi de aç, sütü gelmez, çocuk ağlar. Tenkikiler yakında ... Köpekleri de cabası. ..
Köpekler duyacak olursa hepimiz mahvoluruz. Bütün grup - otuz kişi . .. Anlıyorsunuz, değil mi?
Komutan karar verdi ...
Kimse anneye emri iletmeye cesaret edemiyor ama kendisi de anlıyor zaten. Bebeğin kundağını suya bırakıp uzun süre tutuyor orada ... Çocuk bağırmıyor artık ... Hiç sesi çıkmıyor. .. Biz bakışlarımızı kaldıramıyoruz. Ne
anneye, ne birbirimize bakabiliyoruz
Birçok kez pusuda beklerken birden faşistlerin takip ettiği kadınları gördük. Yaklaştıklarında annelerinde aralarında olduğunu görebiliyordun. Ve en korkuncu da komutanınızın ateş emri vermesini beklemekti. Herkes bu emri korkuyla bekliyordu, çünkü biri “İşte annem var” diye fısıldıyordu, diğeri “İşte kız kardeşim de vardı” ya da biri kendi çocuğunu görüyordu… Annem her zaman beyaz bir eşarpla dolaşırdı. Uzun boyluydu ve her zaman ilk fark edilen o oluyordu. Ben onu fark etmeye zaman bulamadan birileri “İşte annen gidiyor” diye haber verirdi. Vur emrini verdiklerinde vurursun. Ve ben de nereye ateş ettiğimi bilmiyordum; kafamda tek bir şey vardı: "O beyaz mendili gözden kaçırmayın, yaşıyor mu, düştü mü?" Beyaz bir mendil…
“Hayatımızın nasıl daha yeni başladığını tartıştık. Sevinç ve korku vardı. Önceleri ölümden korkuyorduk, şimdi ise hayattan... Aynı derecede korkutucuydu.”