İnsanlar acıyla büyür. Yaşam, bedende
değil ruhtadır. Ölüm yalnızca bedenden kurtuluştur. Zihninizde neyin bedensel olmadığını ayıklayın.
Gelecek için endişe etmeyin, çünkü gelecek diye bir şey yoktur. Sadece "şimdi" vardır.
Onun için yaşayın...
9 Nisan 1951 tarihinde intihar ederek yaşamına son veren Sadık Hidayet’in ölümünü, 25 yıllık arkadaşı şu şekilde anlatmıştır:
“Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz
Derin bir mezar sanki insan içi.
Unutulanlarla dolu.
Terk edilmiş yalnızlıklar ülkesi,
içine girip de çıkılamayan bir girdap misali.
Sonrası hep anı, hep hatıra.
" Çünkü en beteridir kendisiyle savaşanların , kendine yenilmesi ... " diyor ve devam ediyor Can Dündar : " İnanmadan din adamı olarak kalamazsınız ; sevmeden aşık rolü oynayamaz , cesaretsiz savaşamazsınız ; beyninizde bir urla beyinlere deva kalbinizde kanayan bir yarayla kalplere şifa taşıyamazsınız . " diyerek umutsuzluğu güzelce tanımladıktan sonra acı reçeteyi önümüze koyuyor " Bu kuşatmayı yarmak için o " zaaf " larınızı yok etmek zorundasınızdır ; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına ... İnsan , kendine rağmen gider o zaman ... "
Kaç insan öldürünce zalim, kaç kitap okuyunca alim, kaç kilometre yol gidince seyyah,kaç diyar görünce gezgin,kaç hezimetten sonra bezgin olurdu ki İnsan?
Kaç olunca çok, kaçta kalınca azdı rakamlar?
Neye göre,kime göreydi ölçüt?
Aynı su değil miydi; patatesi yumuşatırken,yumurtayı sertleştiren?
Neydi ki bizi üç günlük dünyada kalp kırmaya yönelten?
Derdin ölçüsü neydi sahi?
Ekmeği bayat olanın yanında pırlantası küçük olanın da derdi dert miydi gerçekten?
Tüm bunlara verilecek cevap,bir tebessümden ibaret olamaz mı peki?Hayat kısa,gidilecek yol ne kadar uzun ...