Hepsinde bu kuru hükümler: Yere atıldığı zaman, aşık kemiğinin ne tarafı üste geleceğini kimse bilmez, fakat üste gelen tarafa niyet tutmuş olanlara bizde dahi denir.
"Karşınıza bir şey çıkıyor ve sizi teslim alıyor, siz de kendinizi bırakıyorsunuz, artık hesap kitap yapmıyorsunuz, hiçbir şeyden çekinmiyorsunuz ve artık yarım kalan bir şeyle yetinmiyorsunuz, hiç düşünmeden, hiç kuşkuya kapılmadan, hatta ayrımına varmadan alıyor ve veriyorsunuz; tehlikeye gülerek, kendinizi unutarak bakıyorsunuz; takatten kesilen bir akıl ve yoğunlaşan bir ruhla ilerliyorsunuz, ilerliyorsunuz...varabileceğiniz en, en yüksek yer bu değil mi? Seçkinliğimiz, soyluluğumuz burada değil mi?.. "
Ben bu işleri hiç anlamadığımı açıkça söylüyorum ama yıldızları görünce derin düşüncelere dalıyorum, nasıl ki haritalarda ufacık kara noktalarla gösterilen şehirler ve köylere bakınca safça düşlere dalıyorsam ansızın. Gökteki ışıklı noktalar niçin Fransa haritasındaki noktalardan daha az ulaşılır olsun bizim için, diyorum kendi kendime.
Tarascon ya da Rouen'e gitmek için bir trene bindiğimiz gibi, ölüme binip bir yıldıza mı gideriz?
Bu düşünce sürecinde gerçek olan bir şey varsa, yaşadığım sürece bir yıldıza gidemediğimiz ve öldükten sonra da trene binemediğimizdir.
İnsan koşullara karşı ayaklanmaz artık, boyun eğmiş de değildir, hastadır sadece ve bu hastalık geçmez, çaresi de pek yoktur. Biri bu hastalığa, ölüm ve ölümsüzlüğe uğramak demiş.
Ama neye benzetsem aşık olma durumunun yarattığı o kendine özgü duyguyu ve bilinci? İnsan hayatta gerçekten aşık oldu mu yeni bir kıta keşfetmiş gibi oluyor.
En akıllıcası böyle yaşamaktır, çünkü hayat kısadır, vakit çabuk geçer; insan bir alanda yetkinliğe erer de o alanı iyice kavrarsa, daha birçok şeylerin anlayışına ve tanımına da varır aynı zamanda.