(Spoiler)
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, 1922’de “Brief einer Unbekannten” adıyla yayınlanan ve Stefan Zweig tarafından yazılan bir öyküdür. Yazarın, hatırlamadığı bir kadın tarafından aldığı mektubun öyküleştirilmiş halidir.
Yazar mektubu aldığında üzerinde ne bir isim ne de bir adres vardır. Sadece “Sana, beni asla tanımamış olan sana.” yazılıdır. Yazarın merakı uyanır ve mektubu okumaya başlar.
On üç yaşında annesiyle birlikte yaşayan yoksul bir kızın karşı dairesine taşınan yirmi beş yaşındaki adama yıllar sonra yazmış olduğu ve adama karşı hissettikleri, hatıraları ve en önemlisi aşkını itiraf etmesini işleyen bir hikayedir. İtiraflarda herhangi bir şehvet duygusu olmaması dikkat çekicidir.
Kadının mektubu başlarda itiraf gibi görünse de daha çok bir yakınma söz konusudur. Adam kadını fark edemez. Kadın da kendi kendine çıkarımlar yaparak karşı tarafı suçlar, bunu imalı bir şekilde dile getirir. En sonunda da sevdiğini söyleyememenin karşılığını ağır öder. Kendini neredeyse hiçbir zaman fark ettirmeyi başaramayan kız acı ve tutkusunu kendi içinde yaşar.
Yazar kendisine gelen birçok mektup arasından “Sana, beni asla tanımamış olan sana… Bu mektup sana ulaştığında ben hayatta olmayacağım “ ile baslayan bir mektubu farkeder ve hikaye başlar. Çocuğunun ölümünden sonra yazara aşkını itiraf eden kadın 13 yaşından beri eski komşuları olan yazara olan aşkını en başından anlatmaya başlar.
" Sana, beni asla tanımamış olan sana "
Böyle bir başlıklı mektup aldığınızda ne düşünürsünüz?
Bay R. okumaya başladı. Bir itiraf mektubuydu aslında. Ve bu konuşan kişiye karşı hiçbir şey hissetmiyor hiçbir şey hatırlamıyor sanki tüm bu kişileri rüyada görmüş gibiydi, sık sık görmüştü onları, ama sadece bir rüya görme haliydi. Oysa bilinmeyen kadın aşkını, çocukluk aşkını, bakmaya kıyamadığı sevgilisini anlatıyordu. Karşı komşuları taşındıktan sonra gelen bu genç adamı her seste kapının deliğinden izleyen, soluğunu tutup onunla olan, her hareketinde beraber olan o küçücük dürbünden evinde olan her şeye kadar haberi olan sevgilisini anlatıyordu. Gözleri, o kara gözleri, saçları ipek telli, tonu kulaklarında kalan sesini anlatıyordu. Taşınmalarına rağmen işe girmeyi bahane ederek o eksi evlerinin önüne geldi. Evinin ışıkları yanıyordu. Heyecanlandı. Ne yapacağını bilemedi. Onu tekrar görebileceğinin heyecanı içini kapladı. Her akşam geldi. İzledi izledi. Ancak sen görmedin beni tanımadın. Sokakta artık beni fark ettigin için bana baktın, evet gözlerime baktın. Ne yapacağımı bilemedim. Kan yüzüme doldu. Evine gittik bir akşam beraber vakit geçirdik. İşte o gecenin çocuğuydu benim çocuğum bizim çocuğumuz. Sana söylemedim çünkü benden nefret etme beni suçlama bana acıyan gözlerle bakma. O şimdi yok bende yok olmak üzereyim ve sen hiçbir şekilde bunu hissetmeyeceksin. Seni seni ben çok sevdim ama sen beni hiç tanımadın.