Schopenhauer'e göre sıradan insan, sürekli kendiyle, mutluluk hayalleriyle meşgul olur. Ben hayata ne katarım değil, ben hayattan ne alırım diye düşünen bir bencile dönüşür.
Montaigne'e göre, aslında zihnimiz bedenimizin kölesiydi ama biz kibirli olduğumuz için bunun tam tersine inanıyorduk. Schopenhauer da bu görüşe katılıyordu.
Esasen Heidegger'in ifadesiyle ölüm aynı zamanda "en şahsi, en ayrı, bağımsız ve aşılamaz geçilemez bir saklı imkân"dır. Bir kere ölümün gerçekliğini hayatın en büyük saklı imkânı olarak kavramayı öğrendiğimizde ne sadece edilgin bir şekilde biyolojik bir türün göçüp gitmesini beklemek, ne onun üzerine karar kara düşünmek, ne de onun gelişini çabuklaştırmayı istemek zorunda kalırız. Ölüm o zaman ne bir dost ne de bir yabancı olarak görülecektir. Bir varlık genişlemesi imkânı olarak ölümün bu şekilde farkında olmanın en başta gelen şartı onu her zaman ve daima, hep benim ölümüm olarak görmek ve bilmektir, nasıl ki hiçlik
varlığa aitse o da bizatihi benim özüme ölümün Anlamı ait bir şeydir. Ölümde hiç kimse benim yerimi alamayacağı gibi, bu anlamda ben de kimsenin yerine ölemem. Her zaman yalnız ölürüz ve, Heidegger'e göre, herhangi bir kimse için ölümün bu anlamına ancak kendi ölümümün derin tefekkürüyle ulaşılabilir.
Schopenhauer 'e göre içsel değerimize dayanan özsaygı bizden alınamayacak olan kişisel özerkliği sağlar(gücümüz dahilindedir) oysa şöhret gücümüz dahilinde değildir.
"Schopenhauer'e göre nihai gerçeklik olarak kendinde şey dünyadaki uçsuz bucaksız ıstırabın kaynağı olan bir iradedir. Böyle bir görüş Advaita'nın öngördüğü kutsal bir güç olarak Brahma kavramıyla bağdaşmaz görünür."