Naci Şerifi Zindaşti, resmi kayıtlara göre; 1974 yılında Türkiye Hakkâri Yüksekova sınırında bulunan İran'ı n Urmiye kentinde doğdu. Kürt Zindaşti aşireti bölgede kalabalık ve güçlüydü. Henüz 2-3 yaşındayken dedesi, babası, amcaları İran' da idam edilmişti. Kürt kimlikleri nedeniyle idam edildiklerine dair iddialar bulunuyor. Cezaevinden firar ettikten sonra Naci Şerifi Zindaşti, İran' dan kaçmak için plan yapıyordu. Bir akrabasının oğlu olan Kamal Şerifi Seydani, Urmiye kentinin Seyyadan köyünde 1980'de traktör çarpması sonucu ölmüştü. Kamal Şe- rifi Seydani'nin öldüğü resmî kurumlara bildirilmemiş, kâğıt üzerinde yaşıyor görünüyordu. Zindaşti onun yerine geçti, kendi fotoğrafı yla kimlik ve pasaport çıkarttırdı. 1994 yılında bu pasaport ile Türkiye'ye giriş yaptı
Elalem ne der(?)se desin...
"Olacak iş mi yani, şurada sayılı birkaç günüm kalmış, ilk kez gördüğüm, çok geçmeden bir daha hiç görmeyeceğim insanların saçma laflarını önemsiyorum. Kafayı takıp sinirleniyorum, onlara saldırmak, kendini savunmak istiyorum. Değer mi? Ne diye boşa vakit harcıyorum? "
Reklam
Hâkimiyetin şe'ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ en edna bir hâkim, bir memur; daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar -halife oldukları halde- masum evlâdlarını katletmeleri, bu "redd-i müdahale kanunu"nun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiği "men'-i iştirak kanunu" tarih-i beşerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men'etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklaliyetini nihayet taassubla muhafazaya çalışmayı gör, sonra hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde ve âmiriyet-i mutlaka uluhiyet derecesinde ve istiklaliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde ve istiğna-yı mutlak kàdiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelal'de, bu redd-i müdahale ve men'-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas edebilirsen et.
Sayfa 32
“Anlamıyorsunuz değil mi? Ben bir hayalete en derin sevgimi verdim!” “Başka insanların sevdiği şeylerin gerçekten var olduğuna inanıyor musunuz?” “Bu bir soru mu?” “Tabii ki. Bakın insanların çoğu hayallerindeki varlığa âşık olurlar. Âşık oldukları gerçek bir kadın ya da erkek değildir. Hayallerindeki kadın ya da erkektir. Gerçekteki kişi hayalini kurduğu sevgili için kullandığı bir şablondur. En sonunda da onlar hayalini kurdukları sevgili ile şablon arasındaki farkı görürler. Eğer bu farklılıklara alışabilirler- se birlikte olabilirler ama yok, alışamazlarsa birbirlerinden koparlar. Bu kadar basittir. Sadece sizinki bir bakımdan diğerlerinden farklı. Sizin şablona ihtiyacınız yok.”
Zaman vizyon Yaşam yaşabilirlik Şiir'se ışık yayan, yani Radyoaktivitedir.
Sayfa 40
İki Yüz Yıl Önce Tuna'da Yolculuk!
Çevremizdeki dünyayı anlatan çok eski seyahat kitaplarından biri de -hiç yayımlanmamış olduğu için gizem dolu- Avusturya- Macaristan monarşisinin savaş arşivi için hazırlanmış olan 1751 tarihli bir eser. Bu güzel kitapla Tuna Nehri'nde yolculuk yapıyorsunuz. Kenarları yaldızlı kalın kitap bir sanat eseri ve kayserin isteği üzerine
Sayfa 170 - 171, 172, 172, 174 Everest Yayınları
Reklam
Zorunlu çalışma bunun tam tersidir: Sözleşme yoktur; üs­ telik gözdağı vardır; dolayısıyla baskı aşikârdır. Deniz-aşırı topraklardaki askerlerimiz, metropollere özgü evrenselciliği reddederek, insan ırkına mımerııs clausıısü* uygular: insanın hemcinsini soyması, köleleştirmesi ya da öldürmesi suç sayıl­ dığından, onlar sömürge halkının insanın
Se amor é che dunge?.. Eğer aşk değilse, nedir bu?
Sayfa 99
Miletoslu üç filozof
Kaynaklarda adı geçen ikinci filozof, yine Miletos'ta yaşa­ mış olan Anaksimandros'tur. Üzerinde yaşadığımız dünyanın "belirsiz" bir şeyden çıkıp sonunda yine o şeye karışan pek çok dünyadan yalnızca biri olduğunu savunmuştu Anaksimandros. "Belirsiz" diye neyi anlatmak istediğini söylemek pek kolay de­ ğil. Ama Thales gibi belli bir maddeyi kastetmiş olmadığı açık. Her şeyin kökeninde bulunan bir şeyin, kendinden çıkan şeyler­ den tamamıyla farklı olması gerektiğini düşünmüştü belki. Öyley­ se ilk maddenin su gibi sıradan bir şey olamayacağı, "belirsiz" bir şey olması gerektiği besbelliydi.
Bu uygulamalar Resulallah (sav) tarafından "farkındalık kapıları­ nın anahtarları" olarak dile getirilmiştir, Kur'an ise şöyle der: Siz, ey imana ermiş olanlar! Allah'ı çokça anın (Kur'an, 33:41). Yaratıcıya zi­ kir yoluyla yaklaşmak, "hatırlamak" veya "farkına varmak" neredey­ se bütün lslam eserlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu sözcük Kur'an'da sadece ibadetin yüksek biçimleri söz konusunda olduğun­ da kullanılmaktadır.67 Ayrıca başka örnekler de verilmektedir, ôy­ leyse beni anın ki, ben de sizi anayım (Kur'an, 2:152) ve O anlan sever, onlar da O'nu severler (Kur'an, 5: 59). Bu ayetler, Sufilere göre Allah ile yani "Sevgili" ve ."Dost" ile olan samimi ilişkilerini belirtmekte­dir. Her iki ayet de, ilk hitabın insandan değil, Hakk'tan geldiğini vurgulamaktadır: Zikir , ilahi bir nurdur ki onun sajlıgı, dervişin kalbini Sevgili'ye çe­ ker (Ruzbihan-i Bakli ö.1209, Şiraz). Kelebazi (ö.996), zikrin kişiyi doğrudan "ilk akd"e götürdüğünü söyler: insanlık ilk zikrini Alemlerin Rabbinden duydu: Elestü bi rabbi­küm (ben sizin Rabbiniz degil miyim?). Bu zikir kalplerinde gizlendi, ay­ nen gerçegin akıllannda gizlendigi gibi. Sufi zikrini duyduklannda; gizle­ nen şeyler tekrar, kalplerinden onlara gösterilir (Schimmel, s.244)
1,000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.