"İnsan aşık olduğu kişinin aşık olmayı seçtiği kişiye de aşık olur."
"İnsan yüreğini kim icat etti, merak ediyorum. Şunun adını söyle bana, sonra da asıldığı yeri göster."
Epeydir okumayı ertelediğim İskenderiye Dörtlüsü'nin ilk kitabı Justine bana tam bir edebi şölen yaşattı. Öyle ki Kayıp Zamanın İzinde'nin bıraktığı etkiye -neredeyse yaklaştı.
Ve hatta anlatıcının Justine'i anlattığı satırlar bana Marcel Proust'un Albertine'ini hatırlattı. Varlığında da yokluğunda da hasret duyulan, anlatıcının gözünde eşsiz, okuyucunun gözünde merak uyandırıcı Albertine ve Justine.
Her iki karakterin de ortak noktası, bambaşka sebeplerle de olsa ulaşılamaz olmaları.
Yine her iki romanda belki en önemli unsur olan "hafıza"yı da unutmamak gerekir elbette.
Anlatıcı, "belleğin demir zincirini halka halka geriye doğru izleyerek" bizi İskenderiye'ye götürüyor.
Bir sis bulutunun ardından tanık olabildiğimiz bu hikayede İskenderiye'yi, Justine'in büyüsünü, aşıkları ve ıstıraplarını okuyoruz. Büyülü bir atmosfer içerisinde kimi zaman karakterler kimi zaman da şehir, mekan ya da zaman öne çıkıyor ve bunların içinde barındırdığı detaylarla roman genişliyor.
Çok, çok beğendim kitabı. Justine'in gizemi ve hüznü, derinine inilemez bir karakter olması, kendini asla tam olarak teslim etmeyişi romanın en çok ilgimi çeken kısmı oldu.
Bu şahane anlatımdan 3 kitap daha okuyacağım ve hikayeyi diğer karakterlerin cephelerinden de göreceğim için heyecanlıyım.