Ama bak ruhum, sevgilim, bana inan. Kimselere inanma. Senin hiçbir kusurun ve kabahatin yok. Onu sevdinse bu, senin büyüklüğün, hattâ dünya kadınlık tarihinin şaheser bir olayıdır. Çünkü, ciddi söylüyorum inan bana, hiçbir kadın onu
sevemezdi. Ve eğer sen, kendi deyiminle “madden” onun olsaydın, insanlığından tiksinirdin. Ben eminim asıl o zaman onu tabanca veya bıçakla öldürürdün. Bu dediklerime kızma, beni anla biraz. Bunu bana 1946’da sevgilisi Emine anlattığında ben de inanmamıştım. Son günlerde Sait de itiraf etti. İtiraf değil bir nevi savunmaydı. “Kadını anlamıyorum, anlayamam” diyordu. Kızma, yalvarırım üzülme Leylâ... Sen ki affetmekte İsa’yı bile geçtin. Kızma bana ne olur...
Ben, ışıltılı gökdelenlerin, büyük otellerin ardında tek katlı, döküntü barakalarının olmadığı bir yere gitmek istiyordum, zenginliğin yada yoksulluğun ülkesine, ikisini birarada görmeye dayanamıyordum...
Seni hatırlarım, sulara günün
Şavkı vurunca
Seni hatırlarım, dalgalara ay
Işık verince.
Seni görür gözüm, uzak yolların
Tozu kalkarken,
Derin gecelerde, dağ yollarında
Yolcu titrerken.
Seni işitirim, boğuk seslerle
Su yükselince
Kırda sessizliği dinlerim gece
Her şey susunca
Uzakta da olsan, ben yanındayım,
Sen yanımdasın.
Gün söner, yıldızlar ışır gökte, ah:
Burda olsaydın!
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.
İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde
bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine
düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.
Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu
kararlar.
“Birincisi, atımın nalında bir taş bulunduğunu belirteyim. İkincisi, eğer aygırı süren ben olsaydım, bu yarışı daha açık bir farkla kazanırdım.”
“Eğer o atı süren sen olsaydın genç hanım, şu anda akrabaların yatağının başına toplanmış olurdu.”